eleştirel pedagoji

Journal of Critical Pedagogy
ISSN: 2822-4698
                                                                       

  • https://www.facebook.com/elestirelpedagojidergisi
  • https://www.twitter.com/elestirelpedagoji

65 Eleştirel Pedagoji Söyleşileri: Covid-19'dan Sonra Dünya ve Eğitim

ELEŞTİREL PEDAGOJİ SÖYLEŞİLERİ: COVID-19’DAN SONRA DÜNYA VE EĞİTİM

Yasemin Tezgiden Cakcak: Covid-19’dan sonra dünyanın aynı yer olmayacağı konuşuluyor. Corona virüsünün pandemi halini alması ile sınıf çatışması her zamankinden daha fazla belirginlik kazandı. Beyaz yakalılar evde kalabilirken mavi yakalılar sağlıksız koşullarda çalışmaya zorlandı. Şanslı çocuklar sokağa çıkma yasağıyla karantina altındayken çalışmak zorunda olan çocukların işe gitmesine izin verildi; mevsimlik işçilerin çocukları, sağlıksız koşullarda yaşayıp çalışmaya devam etti. Öte yandan çoğunluğun karantina altında yaşadığı bir ortamda bugüne kadar emeği görünmez olan kesimlerin (süper market işçilerinin, kargocuların, ev kadınlarının, vb.) emeği görece görünür hale geldi.  Tüketim çılgınlığı ve ekolojik katliamı durdurmanın mümkün olduğu görüldü. Neoliberalizmin yeryüzünden silmek istediği kamu yararı kavramına ve kamusal politikalara belirli bir ölçüde de olsa geri dönülmek zorunda kaldı. Bizler Covid-19’dan sonra nasıl bir dünya öngörüyoruz? Bundan sonraki dönemde çalışma yaşamı nasıl şekillenecek? Felaket kapitalizmi ile özgürlüklerin daha da kısıtlandığı, emekçilerin yaşamlarının daha da sıkı denetlendiği 1984 rejimine mi sürükleniyoruz, yoksa Covid-19, ezilenlerin başka bir yaşamı hayal edip bunun için adım atmasının önünü açabilir mi?

Ayhan Ural: Yaşanılan sürece ilişkin çok farklı yorum ve yaklaşımlar mevcut. Olması da çok normal. Herkes kendi gerçekliğinden hareketle yaşıyor süreci. Korkuyu, kaygıyı, tehdidi hissettiğimiz ölçüde gelecek senaryolarımız da farklı olabiliyor. Bana göre kapitalizmin -neoliberalizmin- yarattığı eşitsizlik ve adaletsizlikler benzer bir şekilde sürüp gidiyor. İstikameti belli, bir sapma veya bir geriye dönüş belirtisi göstermeden aynı kararlılıkla yöneldiği hedefe ilerliyor. Salgın süreci bir yanılsama yarattı diye düşünüyorum. Nedir bu yanılsama, Yasemin’in de belirttiği gibi emekçilerin -mavi yakalılar- yaşadığı zorluklar, çocuk işçiliği, emeği görece görünmeyenler gibi nitelenen ezilenler yeni olgularmış gibi ifade edilerek yeni formüller ileri sürülmekte. Oysa, ezen ezilen ilişkisi insanlık tarihine koşut bir ilişki ve mücadele alanı. Dolayısıyla yeni bir durum yok. Ezilenlerin, ezilme koşul ve ilişkilerinin daha görünür olduğu konusunu da ihtiyatla karşılıyorum. Gören kim? Ezenler tarafından göründüklerini hiç düşünmüyorum. Bu sadece bir algı olarak yönetiliyor. Görünen köy kılavuz istemez misali, herşey ortada. İktidarın -ezenler- kurulu hegemonyası, istismarcı otokratik araçlar ve yardımsever otokratik araçlarla sürüp gidiyor. Sahte yardımseverlik anlatısı, bütün boyutlarıyla yaşanmakta bu süreçte. Ezilenlerin başka bir yaşam umudu her zaman mevcut. Bu umudu gerçeğe dönüştürme eylemini -çabasını- hiçbir zaman ve koşulda kendilerinin dışındakilere bırakmadan sürdürmüşlerdir ve sürdürmektedirler. 

Yasemin Tezgiden Cakcak: Ayhanhocam, ezenlerin durumu görmesini zaten beklemiyoruz elbette ama ezilenler ezildikleri gerçeğiyle daha sert bir yüzleşme yaşamış olabilirler diye düşünüyorum. Riskli ve sağlıksız koşullarda çalışmaya zorlandıklarını, kendilerine Zygmunt Bauman’ın ifadesiyle“insani atık” gibi davranıldığını belki daha çıplak bir gözle gördüler. Öte yandan beyaz yakalılar da bu çarkın neresinde yer aldıklarını, kendi görece imtiyazlı konumlarına rağmen nasıl insandışılaştırıldıklarını, kendilerinden, ailelerinden, daha sakin ve koşuşturmasız bir yaşamdan nasıl uzaklaştırıldıklarını daha açık bir biçimde fark ettiler belki. Ayrıca uzaktan ve esnek çalışmanın tuzaklarını da deneyimlemiş oldular. Bu farkındalık ve kırılmadan ciddi bir sistem eleştirisi ve dönüşüm için ortaklaşa hareket potansiyeli açığa çıkabilir belki.

Ayhan Ural: Her deneyimden öğrenmemiz olanaklı, dolayısıyla yaşanılan sürecin yeni öğrenme ve farkındalıklar sağladığını reddedemeyiz. Ayrıca ezilenler olarak bilinçlenme sağlayacak yaşantıların çoğalmasını da önemli görmekteyim. Umarım yanyana durabilecek, dayanışmayı yükseltecek etkileri olabilecektir.

Nejla Doğan: Covid-19 sonrası dünyanın aynı yer olmayacağı konusunda, özellikle sol kesimlerde sol’un güçleneceği ve sol taleplerin hayata geçirilmesinin mümkün olacağı bir politik iklimin başlangıcını yaşadığımıza dair oldukça iyimser görüşler belirdi. Elbette bunun en önemli nedeni, Yasemin hocamın belirttiği gibi “ezilenlerin ezildikleri gerçeğiyle daha sert bir yüzleşme yaşamaları” ve buna karşı belli kitlesel tepkiler gerçekleştirmeleridir. Türkiye’de bu dönemde özellikle market ve kargo işçilerinin çalışma koşulları sürekli gündeme geldi. Çoğu zaman asgari ücretin de altında bir ücretle çalışan bu işçilerin salgın koşulları nedeniyle iş yükleri birkaç kat artarken, ücretlerinde bir değişme olmadı. Buna itiraz edenler işten atılmakla tehdit edildi. İşçiler bu bağlamda birçok kitlesel sosyal medya eylemi gerçekleştirdiler. Diğer yandan inşaat, tekstil gibi pandemi döneminde çalışması zorunlu olmayan fabrikalar, sokağa çıkma yasağının uygulandığı günlerde dahi özel izin belgeleri ile işçileri çalıştırmaya devam ettiler. Üstelik Covid-19 tanısı konmuş işçileri de ya ücretsiz izne gönderdiler ya da bunu gizleyerek diğer işçilerle birlikte çalışmaya zorladılar. Bu uygulamalara karşı birkaç kentte ortaya çıkan grev çağrıları, hemen valilik kararıyla yasaklandı; fabrikaya gitmesi serbest olan işçilerin, sokakta bir araya gelip eylem yapması cezalandırıldı. Dolayısıyla işçiler, çalışarak ölmekle işsiz kalarak ölmek arasında tercih yapmak zorunda kaldılar. Keza beyaz yakalılar ya da esnek ve uzaktan çalışabilenler için de tablo çok iç açıcı değil. Evde kalmanın bedeli olarak daha uzun saatler mesai yapmak, hatta bazı kurumlarda bunu kamera karşısında yapmak zorunda kaldılar. Uzaktan ve esnek çalışma koşullarına uygun olmayan birçok emekçi ise bu dönemde ya işsiz kaldı ya da ücretsiz izne ayrılmaya zorlandı. Evet, genel olarak mavi ya da beyaz yakalı ayrımı olmaksızın tüm emekçilerde ezildiklerine, kendi sağlıklarını ve canlarını koruma hakkına bile sahip olmadıklarına, birkaç aylık bir kriz döneminde bile devletin onları yüzüstü bıraktığına, özel sektörün ve güvencesizliğin can yakıcı sonuçlarına dair bir bilinç ve politikleşme süreci yaşandı. Ancak bunların karşısında sermayenin de grev yasaklatma, kısa çalışma ödeneği adı altında milyonlarca insanı açlığa terk etme, bu tür salgınlarda üretim durmasın diye dış dünyayla ilişkisi kesilmiş fabrika alanlarının kurulmasını planlama, kimi sektörlerde evden çalışmanın daha masrafsız olduğunun görülmesi üzerine buna yönelik yeni düzenlemeler yapma vb. birçok girişimde bulunduğunu görüyoruz. Üstelik salgın nedeniyle açıklanan ilk destek paketleri de yine sermaye sınıfı içindi. Dolayısıyla sol’un geleceğe dönük iyimserliğinin karşısında, devlet gücünü yanına almış sermaye sınıfının da kapitalizmin geleceğine yönelik “iyimser” planları var. Bu sadece bizim ülkemizle sınırlı değil, kapitalist dünyanın her yerinde benzer deneyimler yaşanıyor. Örneğin ABD’de ortaya çıkan ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yayılan ırkçılık karşıtı gösteriler, bazı sömürgeci ve ırkçı figürlerin heykellerinin yıkılması, yine sınıfsal bir öfkeye dayanıyor. Çünkü ABD ve Avrupa’da Covid-19’dan en çok ölüm, sınıfsal olarak toplumun en alt tabakasında bulunan, salgın sürecinde çalışmak zorunda kalan ve sağlık güvencesi olmayan siyahlarda ve göçmenlerde görülüyor.  Dolayısıyla salgın süreci hem ülkemizde hem dünya genelinde biriken sınıfsal öfkeyi daha açık bir biçimde ortaya çıkardı ve kitleselleştirdi. Özellikle sağlık ve eğitim gibi kritik önemdeki toplumsal hizmetlerin kamucu bir politikaya dayanmadığında ne tür adaletsizlikler ve eşitsizlikler yarattığı daha görünür hale geldi. Sanıyorum burada önemli olan, görünür hale gelen bu öfkenin ve kitleselleşmenin geleceğe dönük ciddi talepler yaratabilmesi ve hükümetler üzerinde baskı kurabilmesi. Aksi durumda salgınla birlikte ortaya çıkıp sönümlenen bir toplumsal dalgalanma olarak kalacak ve dünya genelinde sol’un biraz daha güç yitirmesine neden olacak. Bu nedenle Eagleton’ın güzel ifadesiyle “iyimser olmayan bir umut”la ve gerçekçi bir zemin üzerinden hareket ederek, bu süreci, insanca yaşamak, çalışmak, üretmek için kamucu taleplerin ve eylemlerin hayata geçirilmesinde bir itici güç, geleceği kazanacağımız birleşik bir mücadelenin zemini olarak şekillendirebiliriz. Kapitalizmin çürümüş düzenine karşı bizim durduğumuz zeminin haklılığı, bu dönemde daha güçlü bir biçimde ortaya çıktı. Sorun, bu haklılığı aynı zamanda bir hak elde etme eylemine dönüştürmek.   

Hasan Hüseyin Aksoy: Öncelikle virüsün keşfedilmesi ve yayılması ile birlikte ilk günlerde kısmi bir tedirginlik, gündelik hayatı çok da etkilemeyen ve genel olarak tedirginlik içermeyen bir tedbirlilik ile tepki verildiğini gözlediğimi söyleyebilirim.  Kişisel olarak da ciddiye alma ve tedbir uygulama bakımından akademi içinde uyarıları izlemeye çalışıp hem çalışanların hem de öğrencilerin sağlıklarını önemsemelerine ilişkin bir bir tutumu geliştirmeye çalışırken, okullarımız tatil edildi ve bir hafta sonra doğal bir süreç gibi uzaktan eğitime başladık. Burada sistemin yöneticisi durumunda olanların, çalışanların ve öğrencilerin sağlığı endişesini görmeye çalışırken ve bunu beklerken, gerek çalışanlar olarak akademisyenlerin gerekse öğrencilerin akademik bakımdan  çok da onaylanmayacak bir süreci deneyimlemeleri, uzun zamandır geliştirilmek için uğraşılan uzaktan eğitim sisteminin örgün yükseköğretim içinde kalıcılaştırılması çalışmalarının zirve yapması gerçeği ile karşılaştık. Kuşkusuz, eğitimin sürdürülmesi konusunda zamana ve aslında zamanın ruhuna uyan bir tercih gibi görülüyor ama aynı zamanda, neoliberal politikaların ve giderek genişleme eğiliminde olan yükseköğretim talebinin sınıfsal temelde yeniden dağıtımı araçlarının da kullanıma girdiğini görüyoruz. Daha düşük mevcutlu sınıflarda yeniden başlayacak ve muhtemelen daha yüksek maliyetli olacak bir kamusal yükseköğretimin maliyetinden kaçınmak ve bu maliyeti kısmen de olsa öğrencilerin ve ailelerinin üzerine yıkmak için ortaya çıkan fırsatın kullanılmasını göreceğimiz bir eğitim politikası geliştirme ve uygulama sürecini açıkça gözlemledik. Bu süreçte, üniversitelerde uluslararasılaşma adına sunulan programların, uzaktan ikinci öğretimin ve paralı yeni eğitim programlarının hızla kabulü de pandemiye ve halkın sağlığını korumaya dair bir planı olmayan ve bu konuda her gün karar ve ilke değiştiren eğitim sistemi yöneticilerinin ve siyasal yöneticilerin, eğitimin piyasa ile bağının geliştirilmesi ve maliyetin öğrenciler ve ailelerine aktarılması, özel üniversiteler ve özel okulların krizden sorunsuz ve güçlenerek çıkabilmeleri konusunda çok hazırlıklı ve şaşmadan işleyen bir plana ve vizyona sahip olduklarını da bir kez daha görmüş olduk. Burada sorunun, yerel düzeyde kararlar alan bir kaç üniversite yöneticisi ya da il eğitim yöneticisi ile değil, piyasa ile kamu ekonomisi  ve toplumsal kurumlar arasındaki bağı kuran ve sürdüren siyasal yöneticiler ve küresel kuruluşların politikaları ve yöneticileri ile ilişkili olduğunu belirtmek isterim. Küresel bağı ve dayanışmayı, sembolik ve gösteriş de içeren bazı örnekler dışında, sağlık araç-gereçlerinin dayanışmacı paylaşımında yeterince gösteremeyen küresel toplum, neoliberal politikaların direnme nedeni ile ilerletilemeyen kısımlarında ortak bir fırsat bulmanın itkisi ile birlikte davranmakta bir sorun görmemiştir. Sermaye kesimlerinin çıkarlarını zedeleyecek ve çalışanların ya da genel olarak işçi sınıfının ve yeryüzünün lanetlilerinin sorunlarına kalıcı bir çözüm anlamına gelecek hiçbir yeni uygulama ihdas edilmemiş ama piyasanın eğitim alanına girişini güçlendirecek ve sınırsız derecede elektronik alet satışı sağlayacak bir piyasa oluşturacak uzaktan eğitimi her düzeyde bir norm haline getirmeyi başarmıştır. Kapitalizmin krizler karşısındaki başarısı, vicdansız ve zayıf olanı affetmeyen “krizi fırsata çevirme” retoriği salgın döneminde de hem sağlık hem de eğitim kesimlerinde çalışmış görünüyor.  Ne yazık ki, “normal zaman”a ya da “yeni normal”e döndüğümüzde, öğrenciler kısmen ya da kırıntı olarak sahip oldukları ve yıllarca süren demokratik, parasız, kamusal eğitim mücadelesi ile kazanılmış ancak zaten epeyce tahrif edilmiş haklarının da büyük ölçüde bu süreçte tırpanlanmış olduğunu ve eğitim haklarına erişmek için yeniden ve daha çok çaba göstermek zorunda kalacaklarını da görecekler. Bir olasılık olarak sermayenin örgütlülüğü ve  krizler konusunda deneyimli tarihsel bilgisi, tarihsel bilinci ve örgütlülüğü dağıtılmış “işçi sınıfı” karşısında pandemi için yeni bir pandemik etki anlamına da gelmekte. Pandemi mücadelesinin bütünlüğü,  yaşamlarımız için gündelik tedbirler kadar, yaşamlarımıza ve bugüne kadar elde edilen haklara değer vermeyen bir siyasal ve iktisadi sisteme karşı bilincin geliştirilmesini de içermek durumunda ve hem eleştiren hem de nasıl bir dönüşüm gereği olduğuna ilişkin düşünen bir yaklaşımı da gerektirmektedir.

Yasemin Tezgiden Cakcak:COVID-19 ile birlikte değişen dünyada hiçbir şey aynı kalmayacaksa eğitim sistemleri bundan nasıl etkilenecek? Bildiğimiz anlamdaki yüz yüze okul eğitiminin sonuna geliniyor olabilir mi? Sizce bu süreç eğitimde piyasalaşma ve teknoloji fetişizmini pekiştirerek Batılı ekonomilerde yaygınlaşmaya çoktan başlamış olan online eğitimin ülkemizde de ivme kazanmasına neden olabilir mi?

Ünal Özmen: Pandemi döneminde teknolojik araçların olanaklarıyla yürütülen uzaktan eğitim,  zorunluluğun sonucu olsa da neoliberal eğitimin maliyet, zaman, küresel kültürün ulusal müfredatlara sızması, toplum bilincini tek merkezden oluşturma ve insanlar arası ilişkiyi zayıflatma gibi yönelimlerine yeni fırsatlar sunmuştur. Teknoloji, sonuçlarıyla değil, sağladığı kolaylıkla akılda kalacak. Bu durum, insan ilişkilerinin düzenlenmesinde teknolojinin olumsuz yönlerini görmeyi engelleyecek ve yukarıda sıraladığım amaçlar için kullanımının meşruiyet kaynağı olacak. Aynı sonuçları iş yaşamında da göreceğiz. Uzaktan çalışma da iş yaşamının kalıcı politikaları arasına girecek. Birçok şirket, (şimdi olduğu gibi) fiziken iş yerinde bulunmayı gerektirmeyen çalışanlarını daha düşük ücretlerle uzaktan çalıştıracak. Özetle, er ya da geç eğitimin de çalışma hayatı gibi uzaktan düzenlendiğine, büyük oranda özel alanlara sıkıştırıldığına tanık olacağız. Dolayısıyla bu yeni durum, öğretmenin ve okulun anlamını da yeniden tartışmaya açacaktır. MEB'in pandemiden bağımsız olarak EBA (Eğitim Bilişim Ağı) üzerindeki çalışması, YÖK'ün  bazı bölümlerden başlamak üzere uzaktan eğitimi kalıcılaştırmaya yönelik açıklamalarını yeni bir sürecin işareti sayabiliriz.  

Ayhan Ural: İşletmecilik alanı, -akademik bir disiplin olarak da ifade edilmekte- faaliyetlerin daha çok planlı olarak yapıldığı bir alan. Bu faaliyet alanında olasılık dahilinde olan bütün koşullar hesaba katılarak dönüşüm, değişim, gelişim planları yapılır. Örneğin, oyun kuramından yararlanarak sürekli pazar senaryosu yapmaları gibi. Kısa, orta ve uzun vadeli planlar için kontrol edilebilen iç ve dış etki faktörleri öngörülür. Kontrol edilemeyenler için ise bir kaynak ayrılır. Dolayısıyla, piyasa koşullarında çalışanların bu tür koşulları öngörme / tahmin etme olasılıkları yüksek. Olağanüstü olaylardan etkilenme ve yararlanma koşullarına göre alternatif planları vardır. Eğitim piyasasına hakim olanların da yeni yönelimler gerçekleştirebileceğini bekleyebiliriz. Önemli olan kamucu ve toplulukçu bir yaşam düşüncesine sahip olanların -bizlerin- nasıl bir direnç ve seçenek üretebileceğimiz olduğudur. Yaşanılan süreçte okulun bireysel ve toplumsal işlevi daha da öne çıkmıştır. Ancak bunu gölgeleme çabaları da bir o kadar artmıştır. Demokratik bir yaşam için temel yaşam becerileri nerede ve nasıl kazanılacak, içselleştirilecek ve yaşanılıp yaşatılacaktır? Bu sorunun yanıtı bizim için genel olarak yaşamın her alanıdır ancak özel olarak ise okuldur. Bu okul, demokratik, lâik, bilimsel, parasız, eşitlikçi bir okul olmalıdır. Bunun gerekliliğini ve buna gereksinimimizi her ortam ve koşulda ifade ederek gerçekleştirme mücadelesini sürdürmeliyiz.

Nejla Doğan: Neoliberal politikalar zaten uzun süredir eğitim-öğretim süreçlerini ve öğretmenlik mesleğini teknik bir alana hapsetmeye çalışıyor. Öğretmenle öğrenci arasındaki ilişkiyi bilgi aktarımı ve sınavlara hazırlama ile sınırlandırıyor. Diğer yandan özellikle son yıllarda ülkemizde kamusal eğitim devletin sırtında bir yük olarak görülüyor ve her geçen gün kamu okullarının içi boşaltılıp, devlet eliyle niteliksizleştirilirken, özel okullar teşvik ediliyor. Bu bağlamda uzaktan eğitim, her iki politikayı da destekleyecek olanaklar sunuyor. Her şeye rağmen bugün okullar hâlâ bilgi aktarımının ötesinde, öğrencilerin kişilik gelişimlerinin, sosyalleşebilmelerinin en önemli parçası. Ancak bunları önemsizleştirip, bilgi aktarımını öncelediğinizde bunu TV ya da bilgisayar ekranından da yapabilir hale geliyorsunuz. Üstelik Ünal hocamın belirttiği gibi maliyet ve zaman hesaplamalarıyla bu uygulamayı daha istenilir ve meşru bir zemine de çekebiliyorsunuz. Okulun temizlik ve kırtasiye gibi masraflarını bile velilerin sırtına yüklemeye çalışan bir bakış açısı, elbette okulu hiç açmamayı ya da mümkün olan en az sürede açık tutmayı tercih edecektir. Bu nedenle bir zorunluluk olarak hayatımıza giren uzaktan eğitim, zorunlu olmayan koşullarda da kullanılmak üzere planlanıyor, hatta iktidar tüm eğitim kademelerinde yaygınlaştırılması için adımlar atmaya başladı bile. Diğer bir konu teknoloji fetişizmi. Ne yazık ki bizim toplumumuzda da teknolojiyle yapılan her işin iyi ve ilerici olacağına ve gelişmişliğe işaret edeceğine dair yargı önemli oranda kabul görüyor. Oysa uzaktan eğitim süreçlerinde tanık olduğumuz gibi, eğitimin ilerici olmasını kullanılan teknolojik araçlar değil, bilimsel ve akademik içerik belirliyor. Önümüzdeki yıllarda uzaktan eğitim uygulamaları kaçınılmaz olarak eğitim öğretim süreçlerinin bir parçası olacak gibi görünüyor. Ancak bu dönem yaşadıklarımızı bir örnek olarak kabul edersek, bu eğitim modeli, öğrencinin kişisel gelişimi, sosyalleşmesi, aileden özgürleşmesi vb. pek çok gereksinimini karşılamayacak, çocuğun yüksek yararı ve ihtiyaçları yine piyasanın öncelikleri için feda edilecek.     

 Hasan Hüseyin Aksoy: Pandemi döneminin eğitim sistemi üzerindeki yapısal ve kalıcı olacak etkilerinden birinin uzaktan eğitimi örgün sistemin büyük bir parçası haline getirmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu, uzaktan eğitimi sadece yanı başında yer alan değil ama örgün sistemin içinde yer alan ve uzaktan eğitimsiz hiçbir örgün eğitim alanı bırakmayan ve böylece hem içerik hem de öğretmen-öğrenci etkileşimini teknik uzmanlık bilgisinin bir parçası yapan ve böylece teknik ve siyasal denetim sürecini artırarak sistemin en alt düzeyde dahi merkezileştirmesini olanaklı kılmak gibi etkiler yaratacaktır. Bu hem öğretmen hem de öğrenci açısından öğrenme ve öğretme deneyiminin kamusal, bireysel ve birbirini geliştiren öznel yanlarını ortadan kaldırabilecek ve otoriteryen ya da öğrenme ve öğretme heyecanı yaşanmayan bir eğitim iklimi ortaya çıkarabilecektir. Bir diğer kalıcı sonuç da eğitim piyasa ilişkisinin genişlemesi ve piyasanın içerik ve araçlar yoluyla (bireysel ve kurumsal “müşterilere” internet, iletişim ve ders yazılımları, müfredat için bilgi kaynakları ve ücretli erişim sağlayan veritabanları; bilgisayarlar, cep telefonları, ses cihazları vb. donanımlar satışı ile) kamusal eğitim sisteminde daha fazla yer edinebilmesi ve tabii ki kârlılık sağlayan bir alan olarak kamusal ve özel öğretim alanını yeniden üretmek. Zaten bu süreci ve bunun dışında neler olabileceği ve nasıl olabileceğini de daha geniş bir şekilde hocalarım ayrıca belirttiler.

Yasemin Tezgiden Cakcak:COVID ile birlikte eğitimde eşitsizliklerin daha da görünür olduğuna tanık olduk.  “Kendine ait bir odası,” bilgisayarı ve internet erişimi olan çocuklar uzaktan eğitime kolaylıkla erişirken bu imkanları olmayanlar ya hiç erişim sağlayamadı ya da kısıtlı erişim sağladı. Eğitimin her düzeyinde ve farklı eğitim kurumlarında öğrenciler, öğretmenler ve veliler uzaktan eğitimde neler yaşadı?

 Ayhan Ural: Yaşanılan süreç, neoliberal toplum tasarımının eğitim sistemlerinin, okulunun bütün eşitsizliklerini ve bilimdışılıklarını bir başka yönüyle göstermiş olabilir. Ancak bu gerçeklik bütün çıplaklığıyla ortadaydı ve hala ortada. Bunun bedelini de yine ezilenler, ezilenlerin öğrencileri, öğretmenleri ve velileri ödemekte. Değişen birşey veya yeni birşey yoktur.

Yasemin Tezgiden Cakcak: Ayhan Hocam, eğitimdeki eşitsizlikler bizim için çok açık bir biçimde ortada olsa da maalesef liyakat mitine inandırılmış milyonlar için hiç de öyle değil. Belki ana akım içinde yer alan ve öğrencilerinin gerçekliğinden uzak olan pek çok eğitimci de öğrencilerinin hangi koşullarda yaşadığını, hangi eşitsiz koşullardan geldiğini fark etmiyordu maalesef. Uzaktan eğitim sürecine itilmek, en azından akademide hocaların bir nebze olsun “öğrenci gerçeği” ile karşılaşmalarını sağladı. Buna kendimi de dahil etmeliyim. Teorik olarak eşitsiz koşulların farkında olsam da öğrencilerimizin tam olarak nereden, hangi koşullardan geldiklerini tahmin edemezdim. Bu süreçte ailesinin yaşadığı köyde elektrik olmayan öğrencilerimiz olduğunu öğrendim ben. Pek çok öğrencinin internete erişiminin çok kısıtlı olduğunu, ödev yapmak için komşuya ya da internet kafeye gitmek zorunda kaldıklarını, bilgisayarı olmayan birçok öğrencimiz olduğunu çok net bir biçimde görmüş oldum. Öğrencilerimizin yaşadıkları evlerde ebeveynlerinin yaşı ya da hastalığı nedeniyle kimi zaman evin bütün yükünü sırtlanmak zorunda kaldıklarına şahit oldum. Pek çok öğrencinin kendine ait bir odası olmadığı için evde uygun çalışma koşullarını bulamadıklarını da öğrendim. Anladım ki sınırlı imkanlarla da olsa üniversiteye gelmeyi başarabilenler, çalışarak ve/ya burslar aracılığıyla ve kampüs olanaklarından yararlanarak içine doğdukları eşitsizlikleri görece dengeleyebiliyormuş. 

Öte yandan yüz yüze eğitim sırasında okuldan, derslerden, ödevlerden bolca şikayet eden ve “Z jenerasyonu” olarak adlandırılan, dijital olanaklara sahip orta ve üst sınıf öğrencilerin uzaktan eğitimi memnuniyetle karşılayacaklarını sanmıştım. Ama öğrencilerimin büyük çoğunluğu uzaktan eğitimden hoşlanmadıklarını, bunu “eğitim” olarak görmediklerini ve bir an önce yüz yüze eğitime dönülmesini istediklerini ifade ettiler. Her şeye tek başlarına çalışmak zorunda kaldıkları için kendilerini disipline etmekte zorlandıklarını gördüm. Ayrıca pandemi koşullarındaki moral bozukluğu motivasyonlarını kaybetmelerine de neden olmuştu. Yüz yüze eğitimin kıymetini anlamaları bakımından sevindirici bir durum olsa da bu, öğrencilerimizin yüksek öğrenim düzeyinde dahi hocaya ve klasik yöntemle ders anlatımına bu kadar “bağımlı” olduklarını görmek biraz üzücü oldu benim açımdan. Çünkü söylemlerinde öne çıkan şey, çoğunlukla hoca anlatmadan, metni kendi başlarına okuyup anlayamadıkları, anlasalar da zihinlerinde tutamadıklarıydı. Özlem duydukları şey sınıftaki hoca-öğrenci etkileşimi, sınıf içi tartışmalar değil de kendilerine ders anlatan bir hoca olması gibi geldi bana. Umarım yanılıyorumdur.

Hocalar cephesinden olaya baktığımızda ise, akademide derslerin biraz fetişize edildiğini gözlemledim. Ülkede ne olursa olsun, öğrencilerimiz ne yaşıyor olursa olsun bizim verdiğimiz dersler, ödevler, ders içeriklerimiz her şeyden önemliydi sanki. Dijital kaynaklara erişimleri yoksa kayıt dondurabilirlerdi zira, böyle bir “seçenek” sunulmuştu onlara.. Madem ki biz hocalar olarak elimizden geldiğince teknolojik olanaklardan yararlanarak senkronize ve asenkronize şekilde ders içeriğini öğretmeye, kaynakları sunmaya çaba sarf ediyorduk öğrenciler de “hakkını vermeliydi.” Yeterince “çaba sarf etmeyen”, yüksek harf notu alamamalıydı. Geçti/kaldı sistemine geçilmemeliydi çünkü çalışan ile çalışmayan “bir olmamalıydı.” Yoksa “nitelikli eğitim” standartlarımızdan ödün vermiş olurduk. Yine bizim ne verebildiğimizden çok, öğrencilerin “neye hangi koşullarda erişebildiğinin” önemli olduğunu kaçırıyorduk. Öğrencilerin iş yükünü ikiye, üçe katlamaktan rahatsızlık duymuyorduk.

Nejla Doğan: Ne yazık ki uzaktan eğitimde de çocukların ulaşabileceği eğitimin niteliğini sınıfsal farklar belirledi.  Özel okullar aracılığıyla nitelikli eğitimi satın alabilen aileler, uzaktan eğitim sürecinde de daha nitelikli içeriklere ulaşabildi ve her türlü telafi eğitimini satın alabildiler. Oysa bu olanağa sahip olmayan çocuklar, örgün eğitim süreçlerinde mahkum edildikleri niteliksiz ve dinselleşmiş eğitime, uzaktan eğitimde de maruz kaldılar ve başka bir seçeneğe ulaşamadılar. Diğer yandan yoksul çocukların büyük kısmı zaten uzaktan eğitim araçlarına da sahip değil. Her ne kadar MEB sanki tüm çocukların evinde bilgisayar, internet bağlantısı, TV varmış gibi bir planlama yapsa da, milyonlarca aile sağlıklı barınma, beslenme, ısınma vb. en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamazken, çocuklarının uzaktan eğitime erişmesi olanaklı görünmüyor. EBA kullanımı istatistiklerinin de gösterdiği gibi, milyonlarca öğrencinin sisteme girmemiş/girememiş olması, bir keyfiyeti değil, gerçek bir yoksunluğu ve eğitime erişememe sorununu gösteriyor. Benzer şekilde yüzbinlerce üniversite öğrencisi de bilgisayar ya da internet erişimi olmadığı için derslerini takip edemedi. YÖK’ün bu soruna bulduğu çözüm ise; öğrencileri kayıt dondurmaya teşvik etmek, bir anlamda onları yoksunluklarıyla baş başa bırakmak oldu. Zaten büyük kısmı maddi yetersizlikler içinde, geçici işlerde çalışarak eğitimini sürdürmeye çalışan bu öğrencilerin kaybedeceği bir yılın, öğrenciler ve aileleri için maliyetinin ne olacağını ise düşünen olmadı.  Öğrencilerin yaşadığı sorunlara eğitim emekçilerinin sorunlarını da eklemek gerekiyor. Öğretmenler için salgın döneminde daha can yakıcı hale gelen güvencesiz çalışma koşulları, yüzbinlerce ücretli öğretmeni ve özel okul çalışanını işsizlikle ya da ücretsiz izinle karşı karşıya bıraktı. Üstelik gelecekte uzaktan eğitimin yaygınlaşması demek, bu öğretmenlerin büyük kısmının bir daha iş bulamamaları anlamına da geliyor. Dolayısıyla uzaktan eğitim süreci, hem öğrenciler arasındaki sınıfsal farklılıkların yarattığı eşitsizlikleri hem de öğretmenler arasındaki statü farklarının yarattığı eşitsizlikleri bir kez daha ve çok daha zor koşullarda görünür hale getirdi.    

Hasan Hüseyin Aksoy:  Ben de kişisel deneyim ve gözlemimi belirtecek olursam Yasemin hocanın gözlemlerine çok yakın. Burada lisans üstü ve lisans arasında çok net bir fark gerçekleşti. Lisans grubunda devam ve uzaktan eğitimdeki anlatı sürecine katılanların oranı çok çok düşüktü. Yüzde 10-20 kadar ile ifade edebilirim. Ancak, ödevlerin teslimi ve yazışmaların gecikmeli de olsa sürdürülmesinde tam dönüş sağladılar. Bu durum, bireysel olarak koşulların istedikleri ve sürdürebilecekleri kadar iyi olmaması ve ekran karşısında ya da telefon karşısında ders sürdürmenin motivasyonlarını düşürmesi olduğunu öğrendim. Bir pedagojik neden de, zaten izlemeleri mümkün olacak bir kaydın bulunabilecek olması. Öte yandan aile koşulları, üniversite ikliminden uzakta olmaları, derslerin böylesine bir zamanda anlamsız gelmesi ve hocaların da bu anlamı değiştirecek bir içerik sun(a)mamaları da lisans öğrencilerim tarafından bir neden olarak dile getirildi. Ancak yüksek lisans ve doktorada bir iki öğrenci istisnası dışında devam ve katılımın yüzyüze eğitime yakın bir düzeyde gerçekleştiğini gördüm. Burada, bu düzey eğitime katılanların zaten daha bilinçli, olanaklara daha fazla erişebilen ve eğitim öncesi aşamada seçilmiş ve eğitime devam eden bireylerden oluşması nedeniyle; sınıfsal ya da kültürel bir seçilimin yaratabileceği sonuçları bize göstermekte diye düşünüyorum. (Ancak, tez aşamasındaki kayıt dondurma oranı çok büyük ölçüde idi ve bu öğrencilerin kendilerine tanınan tez süreleri ile içinde bulundukları koşullar arasında bir uyumsuzluk olduğunu da gösteriyor sanıyorum).

 Yasemin Tezgiden Cakcak: Bu süreci bizler yönetiyor olsaydık okul müfredatının olduğu biçimiyle uzaktan eğitime taşınmasına alternatif olarak başka bir çözüm sunabilir miydik?  Bu zor dönemde eğitimde eşitsizliği bir nebze olsun bertaraf edecek, çocuk ve gençlerin psikolojisini destekleyecek, onları zaman yönetiminde hem disipline edip hem de çok bunaltmayacak bir taraftan da bilişsel, akademik, bedensel ve sanatsal gelişimlerini destekleyecek nasıl bir alternatif önerebiliriz?

Ayhan Ural: Bu süreci biz böyle yönetmez ve bu hale getirmezdik. Çok iddialı oldu ama bunu yumuşatarak bir nebze çözümler yerine, özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin egemen olduğu bir toplum tasarımı özlemimizi belirtmek isterim.

Ünal Özmen:  Okullar, virüsün yayılmasını engelleyip kontrol altına alınması için önerilen "sosyal mesafe"nin sağlanması için kapatıldı. Ben, okullar kapatılmadan da sosyal mesafenin korunabileceğini ve öğrencilerin bu ve benzer toplumsal sorumluluk gerektiren durumlardan nasıl davranacağını bizzat pratikte uygulayabileceğini düşünüyorum. Okullar, gerekli hazırlığın ve planlamanın yapılması için  birkaç hafta belki bir ay  kapatılabilir. Kuzey Avrupa öyle yaptı ve  okul kaynaklı bir sorun yaşamadı. Salgından daha ağır etkilenen Fransa ve İsviçre 11 Mayıs'ta okulları açtı. Almanya, İtalya ve İspanya ise okulları mayısın son haftasında açacak. İsviçre'de 5. sınıf öğrencisi olan yeğenim ile konuştum, 27 mevcutlu sınıfları ikiye bölünerek  13-14 kişilik sınıflar oluşturulmuş. Türkiye'de yönetimin  halkın bilinç düzeyine güvenmediği için aşırı tepki verdiğini düşünüyorum. Bu yanlıştı. Bana göre okul, önleyici sağlık bilgisinin verilmesi gereken yerdir. Böyle hallerde okulu kapatmak, sağlık ocağını kapatmak gibidir. Maske üreten meslek liseleri açık tutuluyorsa kimi önlemler alınarak diğer okullar da açık tutulabilirdi.

Yasemin Tezgiden Cakcak: Ünal hocam, Türkiye’deki bu koşullarda okulların açılmasını çok gerçekçi ve sağlıklı bir seçenek olarak görmüyorum ben doğrusu. Bizdeki nüfus fazlalığı ve öğretmen atamalarındaki isteksizliği düşünecek olursak sınıfların yarıya ya da üçte bire indirilmesi için atanmayan tüm öğretmenlerin atanması, imam hatiplerdeki boş dersliklerin diğer okullara açılması, vs. gerekirdi. Bunu şu anda yapacak bir otorite yok elbette. Tabii biz olsak ne yapardık sorusuna yanıt verdiğinizi düşünürsek, okulları farklı koşullarda açıp, öğretmen sayısını artırabilirdik diye düşünebiliriz. Belki en başta kamu sağlığı eğitimi verip, kamu yararı bilincini geliştirebilirdik. 

Uzaktan eğitimde neler yapardık sorusuna gelince, bence çocuklar bir dönem ders içeriğinden uzak kalsalar kıyamet kopmazdı. Onlara ana dil gelişimlerini, düşünme, kendilerini ifade etme ve yaratıcılık becerilerini geliştirecek ödevler verilebilirdi yalnızca. Kitap okuma, film izleme, yazı yazma ödevleri biçiminde. Yapılacak yayınlar da her alanın uzmanının, biliminsanlarının, psikologların, siyaset bilimcilerin, vs.TV’ye çıkarak bilgi ve deneyim paylaşması, edebiyatçıların kitap okuması, hikaye anlatması, müzisyenlerin müzik dersi vermesi, ressamların heykeltıraşların mesleklerini anlatmaları biçiminde olabilirdi. Çok da renkli ve sağlıklı olurdu bence böylesi.  

Fevziye Sayılan: Yasemin’e katılıyorum… çocuklar  ve gençler bir dönem  bu yaşam ve ölüm sorunları karşısında suskun kalan dersleri izlemeseler de olurdu. Uzaktan  eğitim muhafazakarların rüyası uzun süredir, teknolojinin sunduğu olanaklar güzellemesini en çok onlar yapıyor. Böylece okuldaki toplumsallaşmanın sunduğu imkanlar ve olası özgürleşme ve itaasizlik  gibi asiliklerden kurtulmayı umuyorlar. “Öğrenmeyi öğrenenlere yaklaştırmak”, “öğrenmeyi kişiselleştirmek”  adına  öne çıkarılan  evden öğretim “Homeschooling”   bizlerin bu içinde bulunduğumuz neoliberal muhafazakar dünyada karşısında olduğumuz bir pratik. Pandemi bunun için küresel ve kitlesel bir deneme imkanı sağladı radikal sağcılara. Elbette herkesin adım adım özgürleştiği, sömürü, baskı ve yabancılaşmanın olmadığı bir toplumda evden öğretim öğrenmenin türlerinden biri olabilirdi. Ancak oradan son derece uzak bir yerdeyiz. Okul ve özellikle üniversite  hala toplumsal-kamusal bir alan olarak yakıcı fikirlerin eleştirinin, toplumsallıkların, omuz omuza öğrenme ve direnmenin yeri olduğu için  üniversiteyi ve okulu savunmalıyız. Kapitalizm  daha önceki krizlerinde olduğu gibi  bu  son içinde bulunduğumuz krizden de teknoloji desteğiyle  üretim sisteminde bir yenilenmeyle  çıkışı  gündemine almış  görünüyor: Endüstri, 4 ve 5  gibi  paketlerle  işçisiz akıllı fabrikalar gündemde. Bu üretim sistemine uyarlanmış eğitim ve öğrenme paketleri lazım. Evden çalışma ise profesyonel meslekler için harika bir şey olarak sunuluyor. Yani eğitim emek süreçlerinde ve  işin örgütlenmesindeki değişime uyarlanacak önümüzdeki dönemde. Artık aydınlanma ve yurttaş yetiştirme iddiasındaki yani modern çağda şekillenmiş olan bildiğimiz kitlesel eğitim yapan okula da ihtiyacı yok gibi görünüyor. Yaşamboyu öğrenme adı altında bunun düşünsel ve uygulamalı adımları atıldı geçen dönemde. Dolayısıyla  öğrencisiz  ve öğretmensiz yapay zekanın düzenlediği öğrenme kozmozları  ve öğretenin ve öğrenenin  herkesin robotlaştığı bir dünya düşlüyor gibi kapitalist sağcı cephe. Pandemiyi  fırsat bilip uzaktan eğitimi deneme için hemen kullanıma soktular.. 

İçinde bulunduğumuz gidişatla ilgili bu sürece pandemi ne kattı diye baktığımızda, istediklerini hem okul ve öğretim düzeyinde yapabilir miyiz diye bir test imkanı sağladı. Hem de geniş kitleleri ve  toplumu topyekün kontrol etmek için de bir zemin sundu. Sürekli panik duygusu içinde giderek yönsüzleşen kitleler,  hayatta kalmak, işsiz kalmamak, aç kalmamak için varoluşsal bir pasifizm içinde tutmak için medya  aracılığıyla tuhaf bir enformasyon yağmuruna tutuluyor. Üstelik de kamu biz yapacaklarımızı yaptık, artık bütün sorumluluk sizde diyerek, “maske, mesafe ve hijyen” üçlemesiyle  sorumluluğu tamamen birey, yurttaş düzeyine kilitlemiş durumdalar. Aynı zamanda sürü bağışıklığı yoluyla; kapitalizm, sermaye öleceğine yurttaş ölür rotasına da  girdiler. 

Maddi koşullardaki değişim mutlaka kültürel alanda da değişimi getirir. Bütün bir neoliberal dönem boyunca bireycilik, muhafazakarlık, dini inanç sahibi olmak, aile ve  merkezli  muhafazakar içe kapanma zaten kültür ve tüketim endüstrisi tarafından sürekli empoze edildi. Ev ve aile güzellemesi  tüketim  kültürünün merkezine yerleşti. Şimdi “eve kapanma ve izolasyon” diyorlar, kültürel zemindeki ev güzellemesiyle birleşiyor ve onu güçlendiriyor. Yani insanlar topluluklardan kaçmalı, kendisini toplumdan ne kadar soyutlarsa o kadar hayatta kalma şansını artırır diyorlar. Bu bizim gibi kolektif irade yoluyla dünyayı daha güzel bir yer haline getirmek için uğraşanlara ne anlatıyor. Pandemi totaliter rejimlere ve kitleleri sürü haline getirmek  isteyenlere imkanlar sunuyor görünebilir. Bu pandemi bitse bir başkası devreye girecek gibi duruyor.  Felaket kapitalizmi şok dalgalarıyla toplumu istediği gibi yönlendirmek ve uygun kıvamda tutmak istiyor.  Bu da ihtimal dahilinde, ama ben hesapta olmayan şeylerin de olabileceğine inanmak isteyenlerdenim. Nitekim Amerika’dan başlayan korkuyu öfkeye dönüştüren isyan, her an her yerde gündeme gelebilir. Çok uzun süre kaygı ve korku hattında yaşamaktansa bir biçimde herşeyi göze alan  zihinleri yok edecek bir ideoloji, yol ya da virüs yok. Yani buradan kimseye düz bir çıkış yok, ya buradan  başlayarak çürüyerek, ve yok olacak bu uygarlık ya da daha güzel adil ve özgür bir dünyaya doğru açılacak..  Pedagoji ya da  eğitim umudun, güzelliğin ve geleceğin peşinde kolektif öğrenme imkanlarını hep canlı tutmalıdır. Boyun eğmeye karşı sorgulamayı, etrafımızda ve dünyada neler olup bittiğine ilişkin ortak perspektif geliştirmeyi, “müdahale edebiliriz, değiştirebiliriz” duygusu veren bir iyimserliği ve umudu yayabilir.  Özellikle toplum eğitimi ve kolektif öğrenme yolları için online seminerler ve kolektif düşünme ve tartışma platformlarını genişletmeliyiz. Hayatta kalmak için dayanışmaya, öğrenmeye ve dünyayı dönüştürmeye talip olabiliriz.Bunun için temel yaşam becerileri seti hazırlamalıyız diye düşünüyorum. Bu hayatta kalmak ve dünyayı anlamak için gerekli perspektif ve becerilerle ilgili bir içeriğe sahip olmalı.  Eğitimin politik gerçekliğini deşifre ederek,  öğrenme merak ve dürtüsü uyandıracak ve gerçekten hayatta kalmak ve bilincimizi yükseltmek için gerekli bilgi ve becerilerin neler olduğunu konuşmalıyız. 

Hasan Hüseyin Aksoy: Burada belirtemeyeceğimiz kadar çok, ancak örneklerini neredeyse her adımda çevremizde gördüğümüz olanaklar var pandemi konusunda neler yapılabileceği ya da daha çok da neler yapılmaması gerektiğine ilişkin olarak. Koca bir sistemi kısa bir zamanda ekran başına ya da bilgisayarlar başına getirmenin ve özelikle “ücretli köle”ye dönüştürülen eğitim çalışanlarının zamanını sanki hiçbir şey yokmuş gibi pandemi öncesi müfredatı sürdürmenin çabası içine soktular. Oysa en azından bu dönemde neyin önemli olduğuna ilişkin bir değer değişmesi ve bireyci, rekabetçi ve yaşamdan kopuk müfredatı her düzeyde dayanışmacı, toplumsal ilişkiler bağlamında ve yaşamla ilişkili, yaşamdan yana bir müfredata evirmek yolu izlenebilirdi. Saatleri kısaltmak yoluyla yapılan düzenleme aslında diğer zamanlarda ayırdığımız zamanın göreliliğine ve hangi konunun önemli olduğuna ilişkin saptamanın da göreli ve politik olduğuna işarettir. Tabii ki koşullar kararları değiştirir ancak koşulları algılamak da dünya görüşü ile ilişkili. Burada politik tercihlerin kadercilik değil, müdahaleci, mücadeleci ve yaşamdan yana olması; öğrenci ve öğretmenler ile tüm diğer çalışanları umursayan bir yaklaşım içermesi; ilke ve planlamanın açıklıkla ve demokratik katılımla belirlendiği; açıkta kalan her yurttaşa koruma ve güvenli bir iş sağlandığı ve atanmayan öğretmenlerin de bu vesile ile tamamının atamasının yapıldığı düzenlemeleri öne çıkarabiliriz. Bu çabalar, sonrasında belki daha teknik olarak okulların ya da öğrencilerin bulunduğu mahallelerin yakınlarındaki uygun mekanları öğrenme merkezlerine -okullara dönüştürerek köy okullarını yeniden açarak kapasite yaratılması, uzaktan eğitim olanaklarını öğrenme mekanlarına taşıyarak daha çok eşitlikçi öğrenme ortamları oluşturmaya zemin hazırlanması; müfredatın yerelleştirilmesi ve merkezi destekler ile öğrencilerin ve yerel toplumun gerçek bilgi gereksinimlerinin açığa çıkarılması ve bunları karşılamaya yönelinmesi; yükseköğretim düzeyinde üniversite özerkliğini güçlendirecek yetkilendirme yapılması ve akademisyenlerin daha çok zamanını toplumun pandemi ile ilgili ya da ilgisiz yerel ve güncel sorunlarına ayırmasına ve bu konularda uzmanlık bilgilerini işe koşmalarına destek olunması; kaybedilen binlerce insan için duyarsızca bir sayısal değer atfetmek yerine daha insani ve toplumsal yas tutma ve geride kalanlara destek olacak nitelikte ekonomik, insani, duygusal konulardaki gereksinimleri dikkate alan bir siyasal anlayış geliştirilmesi; fırsattan istifade eden ticaret ve siyaset uygulamalarından uzak durulması ve kamusal ve kaynakların eşit ve yerinde-adil dağıtımına özen gösterilmesi; yurttaşlara öfkelendikleri konulara ilişkin olarak ya da korkularına ilişkin olarak tepkilerini gösterme, eleştirilerini söyleme olanaklarının tanınması ve zalimce bastırmaktan, tehdit etmekten kaçınılması gibi sıradan insani tedbirler ve uygulamalar gerçekleştirilebilir idi. Bulaşının engellenmesine yönelik çabaların birkaç meslek grubuna değil tüm topluma yaymak ve belki bir sağlık bilgisi “patlamasına” yol açarak kalıcı kazanımlar elde etmek de olanaklı olabilir. Küba’nın radikal önceliğini yıllar önce sağlık ve eğitimden yana yapmasının etkilerini günümüzde görebiliyoruz.  Bunlar, radikal bir siyasal değişme dahi olmadan yapılabilir şeyler ancak  bulunduğumuz yerde buradaki duyarlılıklardan çok uzakta hissediyorum. Yine de paylaşmaya, enternasyonalist bir bağlamda, birbirimizden öğrenmeye, güçlüklere rağmen ısrarla dayanışma göstermeye, mücadele etmeye devam etmeliyiz.

 


Yorumlar - Yorum Yaz