eleştirel pedagoji

Journal of Critical Pedagogy
ISSN: 2822-4698
                                                                       

  • https://www.facebook.com/elestirelpedagojidergisi
  • https://www.twitter.com/elestirelpedagoji

66. sayı 5 Liralık Çorap / Levent Özbek

5 Liralık Çorap

Levent Özbek

 



“Görünenle gerçek bir olsaydı bilime gerek kalmazdı.”

Karl Heinrich Marx

 

Dün fakültede çalışırken sabahtan beri bir şey yemediğimi farkedip, akşam 19:30 gibi odamdan çıktım ve Tandoğan’daki bir lokantaya döner yemeye gittim. Ankara’daki meşhur döner lokantalarından birisi. Döner taze mi dedim, taze abi daha yeni taktık dedi. Çok açım hemen getir dedim. Lokantada benden başka sadece bir masa vardı. Eskiden oturacak yer bulamazdık. Tuvalete gittim elimi yıkamaya. Döner tezgahına baktım, azcık bir et takmışlar. Eskiden 7-8 garson çalışırdı. Şimdi bir döner ustası, kasada duran biri, iki de garson vardı.

Döner hemen geldi, çok aç olduğumdan iki dakikada yedim. Zaten günde bir öğün yiyorum. Döner hiç de iyi değildi, demedim tabii. Benden başka müşteri olmamasına rağmen, döner hemen geldi ama soğuk. Müşteri olacak ki döner kesilecek, satılacak, sonra tekrar kızaracak yağlı yağlı sıcacık yiyeceksin. Hatay Dörtyol’da çarşıda dedemin Beyinoğlu adlı küçücük bir esnaf lokantası vardı. Bizim oralarda lakabımız Beyinoğlu. Başka türlü bilmiyorlar. Amcamların üçü döner ustasıydı. Yaz aylarında para kazanmak için başka şehirlere gidip aşçılık yapmışlar, oralarda döner yapmayı öğrenmişlerdi. Bizim oralarda o zamanlar pek döner yapan lokanta olmazdı. İnsanlar öğlenleri gelip döneri afiyetle bir güzel yerdi. Ben çocuktum, gittiğimde beni galleye oturturlardı, kasaya galle denirdi. Galleyi sağlam tutmak gerek, sen hesap-kitap biliyorsun, güvenilirsin diye her gittiğimde beni galleye oturturlardı. En çok pilav üzeri kuru fasulye satılırdı, en ucuz oydu. En küçük amcam Ahmet, benimle aynı yaşta, iyi döner yapardı. Trafik kazasında öldü, ışıklar içinde uyusun. Mehmet amcam halen İstanbul’da bir lokantada aşçılık yapıyor. Rıza amcam da Dörtyol’da çok kez lokanta, kahvehane açtı açtı kapattı. Şimdi 5-6 masalık bir büfesi var. Genetik sanırım, ben de Sakarya Caddesi’nde bir rock bara ortak olmuştum. Orası battıktan sonra, Koridor Dergisi’ni çıkarırken dostum şair Volkan Şenkal ve diş hekimi dostum Gökhan ile birlikte Koridor Kafeyi açtık. Tabi ki orada da battık. Çocukken hesap kitap biliyor dedikleri ben her seferinde battım...

Neyse döneri yedikten sonra çayı dışarı verin de sigara içeceğim dedim. Masa sandalye kaldırımın kenarında, çay geldi, sigarayı da yaktım. Hava karardı kararacak, saat 20:00 civarı falan. Ben bunları düşünürken, iki kız çocuğu, abi çorap alır mısın diyerek yanıma geldi. Hesabı kredi kartıyla ödemiş, cebimdeki bozuk 5 lirayı da garsona bahşiş vermiştim. Cebimde de 50 lira vardı. Kızlara kaç liraya satıyorsunuz dedim, 5 lira dediler. Pazarda 1 lira falandır. Geçen daha kaliteli 7 çift çorabı 10 liraya almıştım. Bozuğum olmadığı için kasaya 50 lirayı bozdurmaya gittim. Abi para yok nasıl bozacağım, dedi. Dışarı geçip masaya oturdum, bozuk para olmadığını söyledim. Abi bende var dedi büyük olan, 50 liram olduğunu bana 45 lira geri vermesini istedim. Çocuk 45 lira verdi ben de 50 lirayı verdim. Daha çorabı vermediler. Sonra konuşmaya başladık. Küçük olan 9, büyük olan 12 yaşındaymış. Mamak’ta oturuyorlarmış. Ankara’nın öbür ucu. Kazandıkları parayı ne yapacaklarını sordum, okul masraflarını karşılayacağız dediler. Okullarının adını da söylediler ama şimdi hatırlamıyorum. Devlet kitaplarınızı veriyor ya dedim. Büyük olan, defterleri, kalemleri de mi veriyor, dedi. İyi o zaman dedim. Maskeleri de var. Ben de bu dönemde okulların belki açılmayacağını, parayı o zaman n’apacaklarını sordum. Daha iyi ya paraları biriktiririz dediler. Matematikle aralarının nasıl olduğunu sordum, 9 yaşındaki biraz daha saf, sadece toplama ve çıkarma yapmayı bildiğini, çarpma ve bölmeyi bilmediğini söyledi. Dalga geçme, 9 yaşındasın, çarpma bölmeyi bilmiyorum deyip beni kandırma dedim. Abi valla bilmiyorum, dedi. 12 yaşındaki ablasına sordum, senin durum nasıl diye. Ben çarpmayı yapıyorum da bölmeyi tam bilmiyorum dedi. Sonra onlara matematikçi olduğumu söyledim, bunlar bir çığlık attılar, gerçekten mi abi? Öyle bir sevindiler ki anlatamam. Hayatımda ilk defa, matematikçi olduğumu duyan, sadece toplama-çıkarma yapan iki kız çocuğunun sevinç ve şaşkınlık dolu çığlıklarını duymak beni derinden sarstı. Ananız babanız yaşıyor mu dedim. Babalarını anlatmadılar. Büyük olan, annesinin özürlü olduğunu söyledi, ne özrü var diye sordum, anlatamadı. Yürüyemiyor mu, kör ya da sağır mı, hasta mı? dedim. Bir türlü anlatamadı. En sonunda kafasını gösterdi. Beyninden mi, insan anasının hastalığını bilmez mi dedim. Yine kafasını parmaklarıyla işaret etti. Ben de üstelemedim. Eve nasıl gideceklerini sordum. Otobüsle gideceklerini söylediler. Hadi çorabımı verin dedim. Çoraplar, 9 yaşındaki saf kızın elindeki küçük torbadaydı. Rengini falan sordular, içlerinden seçip tek kalan laciverti verdiler. Markası adidas, markanın yazıldığı kartondan kağıt buruş buruş olmuş, ne kadar süredir ellerindeyse bilmiyorum. Ben kısa sevmem dedim. Abi valla bu var dediler. Çorabı aldım, masaya koydum. Büyük olan kafasını parmaklarıyla işaret etti tekrardan, sonra da otobüs durağına doğru yürüyerek karanlıkta kaybolup gittiler. Ben de iki sigara daha içip arabamı alıp eve gelmek için tekrar fakülteye döndüm.

Radyoyu açtım. Habertürk Radyo. Bir ara başkanlık için adaylığını koyan Fizik öğretmeni şahıstan bahsediyorlar. Parti kuracakmış, ona genel sekreterlik önermiş partisi, partisinin oylarını böler miymiş, mışmışmış bunları konuşuyorlar. Daha bilinen haberler. Zaten fakültedeki odamda radyo var, akşama kadar TRT haberi dinliyorum. Kapattım radyoyu, CD çalara bastım. Canım sıkıldı, iyice duygusallaştım. Rakı da yasak, iki-üç aydır. Ankara’nın göbeğinde, biri 12 diğeri dokuz yaşında, dört işlemi bile zor yapabilen, matematikçi olduğumu duyunca sevinç çığlıkları atan iki kız çocuğunun o hallerini kafamda, içimde yatıştırmam gerekti. Otuz senedir gençlerin içindeyim, kimin samimi, kimin menfaatçi, kimin meraklı, kimin bilmem ne olduğunu gözlerinden, odama gelişlerinden, sınıfta sorulardan, el hareketlerinden, susmalarından vs. anlayacak kadar deneyimim olduğunu sanıyorum.

Yaklaşık 15 gündür aynı CD takılı hiç çıkarmıyorum. Belirli bir dönemin hit şarkılarını, barlarda çalan, gece kulüplerinde çalan müzikler var. Özel olarak yaptırmışım. Ne zaman kim yaptı bilmiyorum. Ancak bir DJ hazırlayabilir. İki yüzden fazla şarkı var. Bir barı ya da gece kulübünü en az 4-5 saat idare eder. Son üç gündür de gidip gelirken, arabanın camlarını kapatıp, sesi de sonuna kadar açıp Akademi ve Grammy ödüllü Amerikalı rapçi Eminem’i dinliyordum. CD bozuldu sanırım, sadece sevdiğim o şarkıyı çalıyor. Bitiyor, ben ellemeden tekrar başa dönüyor yine aynı şarkıyı çalıyor. Fakülte ile ev arası, akşam boş trafikte yaklaşık 35-40 dakika sürüyor. Eve gelene kadar aynı şarkıyı dinledim. Müzik sesinden camlar tir tir titredi yarım saat. Yol boş oldukça da gaz pedalına iyice dokundum.


Geçen gün, Anadolu’nun büyük ozanı Ahmed Arif’in sözlerini yazdığı “Terk Etmedi Sevdan Beni” türküsünü, çok değer verdiğim büyük ozanlardan Rahmi Saltuk’tan tekrar tekrar dinledim, yotube’daki videodan. Bizim Çukurova’da doğmuş, büyümüş, Türkiye ve dünya sinema tarihine damgasını vurmuş, 1975 ya da 1976’da tam hatırlamıyorum 9 yaşlarında bir çocukken elleri kelepçeli olarak Ceyhan Adliyesine getirdiklerinde büyük kalabalıkta çok uzaklardan gördüğüm Yılmaz Güney’in ilk defa gördüğüm fotoğrafını koymuşlar videoya. Türkü bitene kadar sadece o fotoğraf var. Yılmaz Güney’in elleri önünde, kelepçeli elleri siyah kemerinin üzerinde gömleği bağrına kadar açık, sanki avuçlarından bir çift güvercin kaçmış da onların arkasından hiç gelmeyecekler gibi hüzünlü bir şekilde çoook çok, hem de bizim göremeyeceğimiz kadar çok uzaklara hüzünlü bir şekilde bakıyor.[1] Hemen yanıbaşında, azıcık arkasında, elinde tüfeği, gözlerini yere eğmiş, güvercinlerin gittiğine mi üzülmüş, ellerindeki güvercinleri kaçıran adama mı hepsi birbirine karışmış bir jandarma duruyor. Bu fotoğrafı kim çekti bilmiyorum. Türküyü dinlerken Yılmaz Güney’in ellerine ve gözlerindeki hüzne bakıp ağlamıştım. Şimdi yazarken yine ağladım. Okuduklarımdan pek bir şey hatırlamadığımı belki de hiç anlamadığımı fark etim. Güvercinlerimin yanındaki kitaplıktan satır satır okuduğum çok değerli felsefeci bilim adamı Prof. Dr. Afşar Timuçin’in ve onun yanında duran başka kitapları aldım ve tekrardan okumak için çalışma odama getirdim. 12 ve 9 yaşındaki o kız çocuklarının sevinç çığlıklarının karşılığını vermem gerek.

Saat 06: 21; güvercinlerim uyandı, sesleri geliyor. Bekletmemeliyim güvercinleri… Tüm insanlığa günaydın…

 

Not-1: Yazı bir buçuk saat önce bitebilirdi. Kitap kapaklarının fotoğrafını çekmek ve bilgisayara aktarmak çok zamanımı aldı, telefonumda internetim yok. Kabloyla bilgisayara da bağlanmıyor, eski bir telefon ABD’ye gittiğimde almıştım. Şimdi üretimi yok, Blackbarry marka, o zamanlar Oboma kullanıyordu. Küçük bir bilgisayar gibi. Teknolojiden biraz anlarım, yeni telefon alacak kadar param da var, hatta cep telefonuna application yükleyecek kadar da program kodu yazabiliyorum. Ama telefonu sadece konuşmak için kullanıyorum. İnternete girme işini evde bilgisayardan ya da fakültedeki bilgisayardan yapıyorum. Evde eski bir cep telefonu buldum çalışır hale getirdim, şarj ettim, wi-fi ayarını yaptım da fotoğraf çekip bilgisayara aktardım. O telefonu kullanmayı unutmuşum, çok zamanımı aldı. Dergilere gönderdiğim bir iki makaleyi düzeltmemi istemişlerdi. Bu kız çocukları nedeniyle makalelere bakamadım. Sabah olan hayrola diyemiyorum. Zaten sabah oldu.

Not-2: Adana’da doğup büyümüş Yılmaz Güney de; aşık, ozan, hikaye, ağıt toplayıcısı büyük edebiyatçı Yaşar Kemal de yazdıklarına hikâye demiş. Edebiyatçı değilim ama öykü sözcüğünü kullanmamışlar bildiğim kadarıyla. Ben de onlardan feyz alarak, hasbelkader yazdıklarıma hikâye demeyi tercih ediyorum.

Not-3: "Önümdeki tek yol, kendimi hayatın okulunda, hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığı ile eğitmekti. Öyle yaptım... Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık, hayatın katı kuralları, toplumsal baskılar, kahpelikler, yiğitler... Karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık... Öğretmenlerimden biri zor'dur..."

 



[1] Terk Etmedi Sevdan Beni ve Yılmaz Güney: 

https://www.youtube.com/watch?v=Cx5Xiuudycw.