eleştirel pedagoji

Journal of Critical Pedagogy
ISSN: 2822-4698
                                                                       

  • https://www.facebook.com/elestirelpedagojidergisi
  • https://www.twitter.com/elestirelpedagoji

64 MURAT KAYMAK

Kriz Dönemi Beklentileri ve Gerçeklik
Murat Kaymak

Korona virüs salgın hastalığının pandemi haline gelmesi önce sağlık sisteminden başlayan birçok yetersizliği, beraberinde çöküşü getirdi. Pandemi, mevcut ekonomik ve siyasal sistemlerin böylesi dönemlerde insanların temel ihtiyaçlarını karşılamada başarısız kaldığını tescil etti. Doğal olarak bu durum, hem bugünün hâkim düşüncelerinin masaya yatırılmasını sağladı, hem de geleceğin yeni toplumunun nasıl olacağı üzerine (pandemi öncesinde de görülen) bir dizi tartışmayı, herkesin katıldığı genel bir tartışma düzeyine çıkardı. Bu tartışmalardan biri neoliberalizmle atağa geçen piyasa anlayışının çöktüğü varsayımı üzerinden yürüyor. Bu tartışmada neoliberalizm çöktüğünde, doğal olarak onun karşıtı olarak konumlandırılan kamucu anlayışın haklı çıktığının varsayıldığı görülmektedir. Bu süreçte devletlerin özel olarak sağlık alanında yaşanılanlar ile ekonomiden eğitime, ulaşımdan iletişime kadar birçok alanda attığı adımlar bu haklı çıkma inancını güçlendirmektedir. Hatta bu adımlara bakarak “çözüm sosyalizm”[1] diyen epeyce bir yazarçizer grubu da bulunmaktadır.

Pandeminin dünyaya bazı değişimler dayattığı çok açık. İspanya, hastaneleri kamulaştırdı[2]. Yukarıda da belirttiğimiz üzere sağlık sistemlerinin bu tür durumlarda yetersiz olduğu görüldü. Küresel ve yerel düzeyde dayanışma örnekleri sergileniyor. Yaşamımızdaki yeri giderek artan dijital araçların sadece payı değil, etkisi de düne göre daha artmış durumda. Artık alışverişlerimizi dijital ortamda, temassız gerçekleştiriyoruz. Evlerimizin yüksek katlı, asansörlü olmasının başlı başına sorun olduğunu pandemi bize gösterdi. Gönüllü olarak kendimizi evlere kilitledik. Hem bugüne, hem de geleceğe dair endişe ve kaygılarımız artıyor. Bugünü kurtardığımızda yarının ne olacağını bil(e)mez bir durumdayız.

Yaşamakta olduğumuz bu tablonun ortaya çıkardığı derslerin başında, dün egemen olmasını istediğimiz her ne varsa onlarda haklı olduğumuza bizi bir kez daha inandırmış olması geliyor. Dün sağlıktaki özelleştirilmelere karşı çıktık, bugünkü durum bizi haklı çıkardı. Doğal afetlere, özellikle Marmara Depremi nedeniyle hazır olmalıyız dedik. Bugünkü durum bizi haklı çıkardı. Dün yoksulluğun, işsizliğin, kayıt dışı ekonominin, velhasıl kamu yararının gözetilmediği her yatırımın, savaşın, terörün yanlış olduğunu söyledik. Bugünkü durum bizi haklı çıkardı. Çarpık kentleşmenin, kalkınmanın yanlışlarını anlattık, şimdi ne kadar haklı olduğumuzu yaşayarak görüyoruz.

Haklı olmasına haklıyız ama ne yazık ki toplumların tarihinde, onların değişim süreçlerinde haklı-haksız kavramı sadece bireyler düzleminde karşılık bulur. Toplumsal değişimin yönü hiçbir zaman haklı ya da haksız denilen bir istikamet içermez. Bu nedenle düşündüklerimizin doğrulanmış olması, haklı olmamız, bize kendiliğinden bir şey kazandırmaz, kazandırmayacak da. Yaşananlardan yola çıkarak yapılan değerlendirmeler, birçok açıdan ya nedenden hareketle sadece doğrulamayı esas alan sonuç odaklı düşünmek, ya da aradaki değişkenleri, verileri atlayarak var olanı onaylamak gibi temel mantık hataları içermekle kalmamakta, sosyolojinin temel bazı kavramlarının bize öğrettiklerini de ıskalamaktadır. Bu kavramların başında da toplumsal değişme gelmektedir.

Toplumsal Değişme

Bu tür krizlerin toplumsal değişime olan etkisi iyi bilinir. Dolayısıyla Covid-19 salgını da toplumların yaşamında, toplumlar arası ilişkilerde, bireylerin dünyasında ve bireyler arası ilişkilerde kalıcı bir çok değişimi getirecek. Bu nedenle, yaşamımızda Covid-19 salgını öncesi ve sonrası diyebileceğimiz bir çok durum olacaktır. Ama bu değişimin ekonomide kamuculuğa, siyasal alanda sosyalizme, bilgi alanında bilimsel bilgiye bir tür otomatiğe bağlanmış biçimde olacağı, bunun zorunluluk olduğundan hareketle oluşan/oluşturulan beklenti kendi içinde sorunlu olduğu gibi, içinde yanlış bilgi ve değerlendirmeler de barındırmaktadır.

Sosyolojinin temel kavramı “toplumsal değişim/değişme”, “toplumsal evrim”, “ilerleme” gibi kavramlarla birlikte üzerinde sıkça durulan kavramlardan biri olmakla beraber, içeriğinin neleri kapsadığı bağlamında tam bir anlaşma yoktur. Dolayısıyla tam olarak neyi ifade ettiği konusunda belirsizlikler bulunur. Örneğin toplumu bir bütün olarak düşündüğümüzde toplumsal değişme, bütünde meydana gelen değişme midir, yoksa bütün içindeki toplumsal ilişkilerde, süreçlerde, kurumsal yapılarda meydana gelen değişme midir, gibi bir sorunun dahi henüz karşılığı tam olarak verilebilmiş değildir.

Comte, Spencer, Marx, Durkheim gibi sosyolojinin kurucu isimleri değişimleri ilerleme açısından ele aldılar. Comte için toplumsal değişme insanların düşüncelerindeki değişimden, Marx için sınıflar arasındaki mücadeleden, Spencer için nüfus artışından, Durkheim için dayanışma biçimlerinin değişmesinden kaynaklanmaktaydı. Dolayısıyla toplumsal değişme, toplumların tümünü kuşatan büyük, nitel değişimleri ifade ediyordu. Oysa zamanla toplumsal değişme, toplumun sadece bütününde meydana gelen değişmeleri değil, toplumun içindeki küçük ölçekli değişimleri de ifade etmek için kullanılır oldu. Bu yaklaşım beraberinde sadece belli kuramlar bağlamında anlam kazanan açıklamalara kaynaklık etti. Böylece toplumsal değişme kavramı yaklaşımlarla kendisine anlam yüklenen ve kazanan bir kavram olarak kabul görmeye başladı.

Bugün toplumsal değişmeden söz ederken bu değişimlerin ne yönde olduğu, ne kadar istenildiği, ne kadar planlı, ne kadar hızlı, ne kadar kontrol edilebilen, ne kadar insanların yararına değişmeler olduğu konusunda epey cevap bekleyen soru bulunmaktadır. Henüz istenilen cevaplar verilmiş olmadığı gibi verilebileceği noktasında da kuşkular devam etmektedir.

Bildiğimiz bir şey varsa toplumların değişimi sanıldığı gibi birden bire, tam da önceden düşünüldüğü gibi olmadığıdır. Uzun tarihi süreçler ele aldığında, gözlenebilen değişimler ancak diğer durumların gerilemesine bağlı ifade edilebilen olgulara dayandırılır. Örneğin Marx, yeni toplum olarak kapitalizmi analiz ederken, gerileyen feodalitenin, köylülüğün durumuna bakarak bunu yapar. Günümüzde gerileyen ve onun yerini alan, kapitalizmin gelişmesi karşısında feodalitenin gerilemesi türünden bir şey değildir. Bugünün dünyasındaki değişim hızlı yayılmakta ve etkilerini çabuk göstermekle birlikte yerini aldıkları durumun bir sentezi olmaktan çok daha kolaylaştırıcı, daha karlı vb özellikler göstermesi nedeniyle öncekinin devamı olma özelliği taşır. Bu da bize yaşanılan toplumsal değişme içinde yeni toplum ile gerileyen toplum arasında bir seçenek sunmamaktadır. Hegel, tarihsel değişimin tinsel özgürlüğe yönelik kesintisiz mücadele olmasından bahsederek, daha önceki olup bitenlere karşı bugünün üst bir evre olduğunu düşünüyordu[3]. Biz dün yaşananlar karşısında bugün yaşadıklarımızı bir üst evre olarak görsek dahi yaşananları özgürlük mücadelesi olarak tanımlayabilir miyiz? Gerileyen, ortadan kalkan olgular üst evre anlamında yeni bir toplumdan bahsetmemizi sağlayabilir mi?

19.yüzyıl ve içinde bulunduğumuz yüzyıl çok büyük yeniliklere tanıklık etti, ediyor. Ulaşım ve haberleşme Dünyayı küçültmekle kalmadı, aynı zamanda zaman kavramını yeniden tanımladı. İnsanların yaşamı günlük olarak standart zamanlara indirgendi. Değişimin yayılma etkisi kadar, değişimin yönetilmesi ve yönlendirilmesinde de farklılıklar görülüyor. Buna rağmen toplumsal değişim noktasındaki temel sorunlar ve sorular olduğu yerde durmaktadır. Pandemi sonrasında geleceğin toplumunun, bugünün toplumundan farklı ve insanların yaşamı için daha olumlu veya olumsuz olacağını iddia edenlerin önünde cevaplamaları gereken birkaç soru bulunmaktadır. Birincisi bu değişimin nedeni ile sonucu arasında değişimi gerçekleştirecek olan öznenin (aynı zamanda aktör olan), teknolojinin, zorunlulukların ve doğal olarak insanın kültürel bilincinin, değerlerinin, duygularının ne olacağını biliyor muyuz? İkincisi bu değişim, bir toplumsal düzenin değişimi biçiminde gerçekleşecek ise böyle bir düzeni kuracak olan bir toplumsal özne bulunmakta mıdır? Değişimin toplumsal öznesi kimdir sorusunu sormaktan kendimizi alıkoyamayız. Hepimizin özlemi olan bir gelecek ancak hepimizin o yöndeki eylemiyle olur. Ama bunun örgütlü taşıyıcı gücü olarak bir toplumsal gruptan, hareketten bahsetmemiz gerekmez mi?

Marx, bu soruyu toplumsal sınıflar olarak cevapladı. Burjuvaziyi bugünün, proletaryayı da yarının değişimini sağlayacak sınıflar olarak gördü. Marx karşıtları, toplumsal sınıflar yerine kurumları, geleneği, bireylerin kendisini, görünmez el olarak piyasayı, liderleri, devleti gösterenler oldu. Oysa görüyoruz ki pandeminin yarattığı durumun istendik biçimde değişmesinden başka çare olmadığını söyleyenlerin “değişimin taşıyıcı öznesinin” kim/kimler, ne/neler olacağı noktasında bir düşüncelerinin olmadığı görülüyor. En azından değişim talebini, kendisi için var oluşunun merkezine almış, giderek gücünü arttıran kitlesel toplumsal hareketler görülmemektedir. Tartışılan daha çok digital alandaki gelişmeler olmakta. Bunlarda daha önceden yaşanmaya başlanan teknoloji ağırlıklı yaşamın, bugünden daha fazla etkili olacağı üzerine spekülasyonları içermektedir. Eğer değişimi üstlenmiş, onun öznesi haline gelmiş bir toplumsal hareketin varlığı söz konusu olsaydı, geleceğe dönük bu çıkarımların, yarınımız olacağını söylemede daha umutlu olabilirdik. Geçmişte olduğu gibi değişimin hala teknoloji üzerinden anlamlandırıldığı mevcut iktidarların oluşum yapıları değişmeden, hatta bu iktidarlar ülkelerinde birer kurtarıcı rolü üstlenmişlerken, yaşanan değişimleri (örneğin devletleştirmeleri) geleceğin toplumu yönünde alkışlamayı sonuç odaklı düşünmenin, doğrulanmaya odaklı düşünmenin yarattığı bir yanılgı olarak görmek gerekir.

Engels’i Hatırlamak

Durum böyle olsa dahi bu kadar umutlu konuşulmasının nedeni nedir diye sormamız, yanılgıyı ortaya çıkaran nedenin ne olduğunu anlamamız gerekmektedir.

Bu yanılgının temel nedeni, beklenen ama hazırlığının iyi yapılmadığı bir durumda, toplumların/bireylerin karşısına çıkan pandeminin, başlı başına değişim dayatan “tarihsel zor” olduğu fikrinin kabulünden kaynaklanmaktadır. Çünkü zorunlu olma hali, yapılması gerekenlerde çoklu seçenekleri ortadan kaldırıcı bir rol üstlenmektedir. Bu durum, “Anti Duhring”de, daha sonra ise bu çalışmasını bağımsız çalışma haline getirmek için tuttuğu notlarda “zorun rolünü” ele alan, Engels’i[4] hatırlamamızı sağladı. Biz de onun bu konuda yazdıklarını bir iki cümle ile hatırlamanın yaşamakta olduğumuz durumu değerlendirirken uyarıcı olacağını düşünüyoruz.

Engels’e göre Duhring, toplumların değişiminde “zoru” tarihsel temel unsur olarak görmekle büyük hata yapmaktaydı. Çünkü Engels, “zor”un kendi başına bir değişimin, zaferin nedeni olmadığına başka araçlarla, koşullara bağlı olarak etkili olduğuna inanıyordu. Kısacası, “her zaman ve her yerde ‘zorun’, zaferi kazanmasına yardım eden şey, ekonomik koşullar ve ekonomik güç[5] araçlarıydı.

Engels’in söyledikleri bize geleceğin nasıl olacağı tartışmasında pandeminin kendisinden çok değişimin araçları olan üretici güçlere, ekonomik güç ilişkilerine odaklanmamız gerektiğini, zorun (burada pandeminin) bunların durumuyla etkili olacağını anlatmaktadır. Düne kadar bu araçlar üzerinden toplumsal değişim okuması yapanlar “bireyselleşmiş toplum”dan, “toplumların sonu”ndan bahsediyorlardı. Bu anlatılar önemli bir kesim tarafından geleceğin toplumu için mücadele edenlere karşı kullanılan entelektüel barikatlar olarak kullanılmaktaydı. Bugün aynı çevreler tarafından tam tersinin olacağı yönündeki öngörüler, kriz dönemlerinde analizlerin önemli bir bölümünün ciddiyet bağlamında sorunlu olduğunu göstermektedir. Bu durumu iyi örnekleyen yaklaşımlardan biri kanımızca Slavoj Žižek’in analizleridir

Bu ve benzeri örnekler yukarıda belirttiğimiz değişimi toplumun içinde iktidara taşıyan toplumsal hareketlere ve toplumsal bilincin nasıl şekillendiğine bakmamız gerektiğini göstermektedir.

Bilincin Dönüşümü

Belki de bizim üzerinde odaklanmamız gereken temel konu, pandemiyi yaşayan toplumlardaki/bireylerdeki bilinç dönüşümüdür. İnsanlar karşılaştıkları sorunları, sorunu var eden bilinç düzeyleriyle çözemeyeceklerine göre, Pandemi karşısındaki bilinçlerini oluşturan anlam dünyalarında bir değişimin (sorunu, nedenlerine yönelerek çözme noktasında bir bilinçli olma halinin) görülmesi gerekir. Kuşkusuz burada dikkat edilmesi gereken nokta, bireylerin sorunlar karşısındaki anlam dünyasını kuran bilginin niteliği ve onun bireyle nasıl buluşturulduğudur. Kriz dönemlerinde bireyin anlam dünyası, onu bilgiyle buluşturan araçlara hâkim olanların egemenliğine, olağan dönemlerden daha fazla açıktır. Kurulan egemenliğin etkisiyle bireyin kendi sorunlarına yabancılaşmış halinin yeniden üretimiyle devam edebilir. Örneğin hastalığı, Tanrının uyarısı olarak anlamlandıran ve bu anlam üzerinden dini pratiklere çağrı yapanların, siyasal iktidarın çıkarlarıyla buluşmasıyla birlikte geçmişe oranla kendilerini daha güçlü biçimde yeniden üretmeleri göz ardı edilmemelidir.

Bugün için ortada var olan, egemen olan bilincin büyüsünün bozulduğunu söyleyebiliriz ama toplumsal bilincin tümüyle aydınlandığını düşünerek, geleceğe yönelik beklentileri olumlu yönde çoğaltmak, gerçeklikle olan ilişkinin kesintisiz sürdürülmesine olumsuz etki edebilir. Pozitif bilimin ne kadar değerli olduğunu hissettirdiği bir dönemde virüsün, bakterilerin Tanrı tarafından dünyadaki denge için yaratıldığının söylendiğini unutmamak gerekir.

Şu anda insanlar, geçmişte olduğundan daha fazla iktidarın kendilerine uygun bulduğu koşullara tabii oluyorlar. Çünkü kendi yaşamlarını korumada bilimsel bilginin gerekli gördüğü alternatif organizasyonları yapabilme becerisine sahip değiller. Endişe ve kaygı düzeyinin sürekli artması, iktidarın söylem ve eylemlerine onları daha açık hale getirmektedir. Bunu kanıtlayan örneklerden biri, bu koşullar altında daha önce alınan vergiler üzerinden sorumluluğunu yerine getirmesi gereken kamu kuruluşlarının, yurttaşlardan bağış toplama kampanyaları düzenlemesidir. Bu kampanyalara yönelik medya ve iletişim araçları üzerinden yürütülen kampanyalar, bağışı gönüllükten çıkarıp gönüllü kulluk eylemine çevirmektedir. Buda bize bir kez daha gösteriyor ki yaşamına dair endişe ve kaygı düzeyi yükselmiş insan her türlü baskı rejimlerinin varlığının doğal bileşeni, kolaylaştırıcısıdır. Türkiye’de toplumsal bilincin bu yönde bir anlam dünyası kurmaya açık olduğunun iyi bilinmesi gerekir.

Geleceğin toplumu üzerine çıkarım yaparken dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de bu değişimi talep edenlerin tasarımladığı gelecektir. Özellikle yaşananların ortaya çıkardığı haklılık duygusuyla bugün çöküşü ilan edilen durumlar, olgular karşısında olması gerekeni anlatmak için kullanılan kavramlar ile gerçeklik arasındaki ilişkiye dikkat çekmek gerekir. Örneğin özel sağlık kurumlarının devletleştirilmesinin kamusallık olarak tanımlanıyor olması, değişimi talep edenlerin, bu yönde beklentileri olanların gelecek tasarımlarının eleştirel değil, refleksif biçimde ortaya konulduğunu göstermektedir. Çünkü bu anlayış, bir işletmenin, hizmetin kimlerin yararına olduğundan (yani kamu yararından) değil, sahipliğinden hareket etmektedir. Kamu, devletin kendisi değil, devleti de var eden, ona meşruiyet veren, irade sahibi yurttaşlar topluluğudur. O nedenle temel kavram, devlet ya da devletleştirme değil kamu yararıdır. Bir hizmetin devlet eliyle yapılması, mülkiyetin kamuya ait olması her durumda kamu yararı içermez. Eğer öyle olmuş olsaydı, devletin etkinliğinin arttığı her faaliyet daha güçlü kamu yararını doğururdu. Bunun tam tersini ortaya koyan sayısız örnek bulunabilir.

Devlet ile kamu arasındaki ilişki üzerine kurulan bu yanlış anlayışın gösterdiği şey, çöküşü ilan edenlerin gelecek tasarımlarının da ne kadar sorunlu olabildiğidir. Bu da bir kez daha kolaycı, refleksif, sadece sonuca odaklı, onaylamayı esas alan analizler yerine daha fazla eleştirel bir yaklaşımı benimsememiz gerektiğini gösterir.

Sonuç

Bireylerdeki bilincin değişimi ancak bireylerin imgelemlerinin davranış olarak gözükmesiyle mümkün olur. Marx, emek-sürecinde işçinin imgeleminde var olanın sonuç olarak elde edileceğini saptarken, işçinin aynı zamanda amacını da gerçekleştirdiğini belirtir.[6] Buradan hareketle, pandemi koşullarında değişimin insanların imgeleminde nasıl yer bulduğunu somut olarak anlayabilmek için insanların tümünü kuşatan bir fikirler, değerler, inançlar bütününden bahsedebilmemiz gerekir. Bilim insanlarının yazılı ve görsel medyada görünürlüklerinin artmış olmasının, bilimsel fikirler dizisinin insanlarda genel, kuşatıcı fikirler oluşturduğunu söylemek zor olduğu gibi; bilim insanı kimlikleriyle kamuoyu karşısına çıkanların bir bölümünün ise bilimle ilgisi olmayan fikirleri dile getirdiğine tanıklık ettik. Yaşananların geleceğe umutla bakmamızı sağlaması için dönüşümü hızlandırmayı, yoğunlaştırmayı üstlenen toplumsal gruplar ve onların faaliyetlerini görmemiz gerekir.



[1] Bu konuda sanırım ilk çıkış”Koronavirüse karşı panik işe yaramaz yeniden icat edilmiş bir komünizme ihtiyacımız var” diyen Slavoj Zizek’ten geldi.(https://www.independentturkish.com/node/145632/d%C3%BCnyadan-sesler/koronavir%C3%BCs-bizi-se%C3%A7im-yapmaya-zorluyor-ya-k%C3%BCresel-kom%C3%BCnizm-ya-orman )

Dikkatimi çeken bir başka isim ise Thomas Piketty oldu. (https://odatv4.com/dunyanin-en-unlu-entelektueli-de-cozum-sosyalizm-diyor-10032019.html )

[3] Aiken David H.(2015), İdeoloji Çağı/19. Yüzyıl Filozofları, (Çev: Ayşen Tekşen), Payel Yayınları, s.86, İstanbul.

[4] Engels’in bu notları “Tarihte Zorun Rolü” adıyla ilk defa 1937 yılında Moskova’da Rusça olarak yayınlandı. Almanca aslı ise ancak 1964 yılında yayınlanmıştır. 1974 yılında ise Sol yayınları arasında Seyhan Erdoğdu’nun çevirisiyle Türkçe olarak yayınlandı.

[5] Engels, F.(1979), Tarihte Zorun Rolü (Çev: Seyhan Erdoğdu), Sol Yayınları, s.41, Ankara.

[6] Marx, K. (1986) Kapital C.1 (çev.Alaattin Bilgi), Sol Yayınları, s.166, Ankara

 


Yorumlar - Yorum Yaz