eleştirel pedagoji

Journal of Critical Pedagogy
ISSN: 2822-4698
                                                                       

  • https://www.facebook.com/elestirelpedagojidergisi
  • https://www.twitter.com/elestirelpedagoji

Eleştirel Pedagoji Söyleşileri

ELEŞTİREL PEDAGOJİ SÖYLEŞİLERİ

 

Yasemin Tezgiden Cakcak: Ülke ve dünya gündeminin bu kadar sık değiştiği bir zamanda ciddi bir toplumsal kriz ortamı ile karşı karşıyayız. Bir yandan yanıbaşımızdaki savaş ve göçmen krizi ile artan yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, bir yandan politik-ekonomik krizin tetiklediği bunalım ve intiharlar, bir yandan pandemi halini alan Corona virüsü ve daha pek çoğu. Bu kez  ekonomi-politiğin, savaşların, iklim krizi ve afetlerin (deprem, sel, kasırga, çığ, vb.), virüslerin tetiklediği toplumsal krizlerle eğitimin ve eğitimcilerin imtihanını konuşalım dilerseniz.

 Eğitimciler olarak toplumsal krizlerle baş etmeye hazırlıklı mıyız?

 Eğitim öğrencileri ve toplumun genelini toplumsal krize ne ölçüde hazırlıyor?

 

Murat Kaymak: Yüz yüze eğitimin ortadan kalktığı bir ortamda eğitimcilerden beklenen internet üzerinden uzaktan eğitim araçlarını kullanmak ise buna hazır olduklarını düşünüyorum. Öğretmenler, uzun zamandır bu araçları kullanıyorlar. Ancak, pandemi, öğrencinin olduğu gibi öğretmenin de önemli sorunu. O da evine kapanmış durumda. Eğitimciler belki krizle baş etmekte pek sorun yaşamıyor olabilirler ama pandeminin yarattığı sonuçlarla baş edebilmeleri zor olacaktır. Çünkü benzer durumla bir daha karşılaşmamak için okul içi ilişkilerde önemli dönüşümler olacaktır.

İkinci soru için ise kısaca şunu söyleyebilirim. Eğitimcilerin pandemi konusunda bilgilendirme de onlara duyarlılık kazandırmada ne kadar etkili oldukları konusunda kesin bir şey söyleyemem. Bir veli olarak, öğretmenlerin öğrencileriyle bu konuda güçlü bir iletişim kurma çabasında olduklarını gördüm, görüyorum. Ancak benim gözlemlediğimin ülkenin tümünde geçerli olduğunu söyleyemem.

Aslında bundan 5 ya da 10 yıl öncesine gidilse yaşananları da tıpkı bugünkü gibi “kriz” olarak adlandırmak mümkündür. Zaten öyle de yapılmıştır. Burada önce şu kriz sözcüğünden ne anladığımızı belirtmemiz gerekir. Kriz denildiğinde toplumsal sorunlar bağlamında, önleyememe yönetememe, bir buhran ve bunalım hali düşünüyorum. Dolayısıyla sorunların etkisini arttırması, yaygınlaşması tam olarak bir kriz hali değildir. Kriz halinde öngörememe, dolayısıyla önleyememe gibi bir durum, bunun yarattığı bir bunalımdan söz etmeliyiz.

Eğer kriz kavramını bu anlamda kullanmazsak daima krizden, krizin sürekliliğinden söz etmek durumunda kalırız.

Bugünün sorunları aşağı yukarı 5 yıl önce de 10 yıl öncede vardı. Korona salgını yerine domuz gribi, sars virüsü vb salgınlardan bahsedilen bir dünya vardı. İntihar edenlerde de durum farklı değildir. Geriye doğru hafızamı yokladığımda 90’lı yıllarda polis intiharlarından 2000’li yıllarda asker intiharlarından, Siirt-Batman gibi illerimizdeki kız çocuklarının intiharlarından, üniversiteli gençlerin, işsizlerin intiharından bahsediyorduk. Bu ülkede yabancı düşmanlığı hiç eksilmedi. Bazen bu düşmanlık kadim komşularımıza yönelir. Örneğin Yunan, Ermeni düşmanlığı gibi. Ara ara buna Arap, Acem, Rum düşmanlığının da toplumsal hafızamızdan çıkarıldığı, kullanıma sokulduğu olur. Başta ABD ve AB ülkeleri ise bizim zaten bölünmemizi isteyenler olması nedeniyle daima düşman olarak görülürdü. Türkiye, Suriye sorunuyla tanışmadan önce Ermeni göçmenlerin sınır dışı edilmesini tartışmış bir ülkedir. Futbol sahalarında Emre Belözoğlu’nun ırkçı saldırılarıyla alkışlandığı bir ülkeydik.

Bu noktada haklı olarak sorulacaktır: Biz hep böyle miydik diye?

Hayır, çünkü, bu ülkenin yurttaşları hiçbir zaman kelimenin tam anlamıyla “Biz” olmamıştır. Kendi içinde “öteki” yaratan bir toplumda “Biz”den söz edilemez. Dolayısıyla bunlarla mücadele edenlerin çabası asıl olarak “Biz” olma mücadelesidir. Bu mücadele dün olduğu gibi bugün de devam ediyor. Burada belki bu mücadeleyi verenlerin gücünün bugün için zayıflığından söz edebiliriz.

Yaşadıklarımızı ekonomik ve siyasal alanın bugünkü halinin tetiklemesi olarak görmek, bir yere kadar anlamlıdır. Çünkü yaşananlar bugünün içinde yaşanıyor. Dolayısıyla ekonomik ve siyasal alanın bugünkü sorunlarıyla besleniyordur. Ama var olma nedeni bugünün uygulamaları, politikaları değildir. Ya da bu sorunlar ihtiyaç duyulduğunda heybeden çıkarılarak üzerinde mühendislik işlemi yapılan durumlar değildir. Bunları söylerken siyasal alanda düzenleyici olanların sorumluluklarını görmezlikten gelmiyorum. Sorunları çözemeyen, sorunları derinleştirici politikalar izleyen, bu yanlış, halkın yararına olmayan politikalar dizisini ve onun üreticilerini uygulayıcılarını, görmezlikten gelmek zaten isteseniz de mümkün değildir. Bütüncül bir değerlendirme yapma ihtiyacı duymamın nedeni, sorunların kendisiyle yüzleşmek. Bunu yaptıkça bugünün sorumlularıyla mücadele edebiliriz. Öbür türlüsü kişilere, sonuçlara tepki vermekten ibaret olur.

Bu sorunlar bizim toplumsal yapımızın, yani kendi potansiyel varlığımızın bir parçasıdır. Bahsettiğimiz sorunlar Türkiye’nin bir bütün olarak toplumsal ve siyasal sorunlarıdır. Türkiye bu sorunlarla, özellikle salgın hastalıklar konusunda kurucu dönemin ortaya çıkardığı kurumsal yapılarla mücadeleyi terk ettiğinden bu yana istenilen sonuçlara hiçbir zaman ulaşamadı. Bu ülkenin tarihinde modernitenin gelişiminde salgın hastalıkların rolü büyüktür. Türkiye’nin eğitim ve kültür devriminin merkezinde bu hastalıklardan çıkarılmış dersler vardır. Dispanserlerin, sağlık ocaklarının ve evlerin ve bu hastalıklarda uzmanlaşmış hastanelerin hikâyesi bunları anlatır. Okullarımızda benim yaşımdakiler (bugün askeri disiplin diye aşağıladıkları) temizlik, mendil ve tırnak kontrollerini hatırlayacaklardır.

Sorun Türkiye’nin yurttaşların ülkesinden, yurttaşların şirket elemanına dönüştürülmesinin, müşterilerin ülkesine dönüşmesinde yatıyor. Yasalarında, Anayasasında bu dönüşüme aykırı ifadeler bulunması, bu gerçeği değiştirmiyor. Türkiye’nin kaba kapitalizmi, bizi daima bu sorunlarla boğuşan ülke haline getirdi. Doğal afetlere yüksek oranda insani kayıplar veren bir ülke konumunda tutuyor.

Korona virüsü için durum, alınan önlemlerden çok salgının yayılmasına ilişkin doğal durumla ilgili olacak büyük ölçüde. Çünkü bu tür hastalıklarla mücadele piyasa ortamına, onun korunmasına dayanarak yapılamaz. Alınan önlemlerin kamu boyutu, piyasa boyutunu kapsamıyorsa, ki şimdiki durum tam olarak böyledir Türkiye’nin bu süreçten istendik biçimde çıkması kanımca zordur. Çıkarsa bunda alınan önlemlerin etkisinin payı daima söylenenin altında olacaktır. Biliyoruz ki yapılması gerekenler piyasa aktörlerinin ekonomik çıkarları düşünülerek yapılıyor. Oysa böyle bir etkenin unutulması, devre dışı bırakılması gerekir. Yaşatamadığınız insanın ne vatanı, ne ulusu, ne hükümeti vardır. Okulların kapalı tutulması bir önlemdir.

Onlar halkın paniğe kapılması gerekçesinden söz ederken ben asıl olarak iş dünyasının, şirketler dünyasının paniğe kapılmasından söz etmek isterim. Gördüğüm budur. Korona Virüsü salgını bir kez daha gösterdi ki şirketler dünyası ile kamusal düzen, yarar, çıkar arasında aşılamaz bir sınır var.

Toplumsal sorunların hissedilme düzeyinin yüksekliği ve yaygınlığı eğitimi, eğitim kurumlarını, eğitim politikalarını daima öne çıkartır. Ama bu, o sorunların doğrudan eğitimle aşılacağı gibi bir sonuca bizi götürmemelidir. Sorunların kendisi, mutlaka insana özel bir bilinç hali ve davranışlar dayatır. Bundan kaçınmak mümkün olmamakla birlikte bu bilinç hali ve davranışların sorunla olan ilişkisi iki biçimde olabilir. Birinci durumda birey, sorunu neden ve sonuç ilişkileri bağlamında tutarlı bir açıklamaya dayanan rasyonel bir bilinç oluşturabilir. İkinci durumda ise birey, sorunu açıklamaktan çok adlandırmayı tercih ederek bir rasyonellik sergileyebilir. İkinci durumda bireyin bilinci, sorunla mücadelede tutarlı davranışlar sergilemeye bir zemin hazırlamaz. Dolayısıyla yaşanan sorun karşısında eğitim bu iki bilinci, kendi bünyesinde barındırabilir. Eğitimcilere düşen bu tür bilincin varlığını deşifre etmek ve bu tür bilincin ortaya çıkardığı davranışların, tercihlerin ne tür sonuçlara yol açtığını göstermektir.

Birinci sorunun cevabını . Oysa 17 Ağustos depremini yaşamış, milyonlarca insanın yaşamını kaybedeceğinin dile getirildiği bir başka depremi bekleyen bir ülkenin, sadece eğitimde değil tüm alanlarda hazır olması gerekirdi.

Eleştirel pedagoji, yaşadığımız sorunlar karşısında özne daima olmaya hazırlar. Bu açıdan korona salgının ortaya çıkardığı durumu deneyimlerken öğrencilerin, öğretmenlerin, velilerin kendilerini özne haline getirmelerine çağrıda bulunmak isterim. Çünkü, okulların kapalı olduğu ve belki de uzun süre kapalı kalacağı düşünülürse çocukların okul yerine evde eğitimlerine devam etmeleri gerekecek ve bu da bizler için üzerinde durulması gereken önemli bir deneyim olacaktır.

Ünal Özmen: Toplumsal krizlerle mücadele kamusal düşünmeyi, eğer kriz küresel ise evrensel düşünüp öyle davranmayı gerektirir. Hal böyleyken, neoliberalizmin toplumu birlikte hareket etme kültürü kazandıracak kriz eğitimine tabi tutması düşünülemezdi. Sadece Türkiye'de değil, neoliberal eğitim, dünyanın hiçbir yerinde afetlere karşı örgütlü mücadeleyi eğitimin konusu yapmadı. O nedenle kriz içinde öğrenerek, biraz da medya bilgilendirmesi ile idare ediyoruz! Eğitim, eğitim kurumları ve eğitimciler uzun süredir öğrencilerine yaşam becerileri kazandırmıyor. Sistem, sanayi sitelerinin ara eleman ihtiyacını öngörüp eğitimi piyasanın işgücüne uyarlarken doğal ve insani felaketlerin bir gün kapıyı çalacağını düşünemiyor. Türkiye'nin deprem ülkesi olduğu bilinir fakat fay hattı üzerindeki okullarda bile deprem öncesi, deprem anında ve sonrasında çocuklara asgari beceriler kazandırılmaz.

CoVit-19 virüsünün ölümcül salgına dönüşmemesi için alınması gereken bireysel tedbirlerin (El yıkama, mendil kullanma, kişisel eşyaların ortak kullanılmaması, ateşli öksürüğün hastalık belirtisi olabileceği ve sağlık kuruluşuna başvurma, gerektiğinde maske kullanma, yaşlılara yardım ve onları koruma) kişisel olmaktan öte toplumsal yaşam becerileri olduğu görüldü. Zorunlu eğitimin kazandırmadığı bu basit becerileri, yaşayarak öğrenmeye, kamu spotlarıyla kazandırmaya, denetimini de polisle yapmaya çalışıyoruz. Riskin boyutunu fark etmeyenlerin ve kurallara uymayanların genellikle çocuklar ve gençler olduğu görülüyor. Bu bile, eğitimin, pandemi durumlarında nasıl davranılması gerektiği konusunu ihmal ettiğinin göstergesi sayılabilir.

Yasemin Tezgiden Cakcak: Toplumsal krizlerin yapısal nedenlerini teorik olarak bilmek, anlamlandırmak ve adını koymak ile onları birebir deneyimlemek arasında epeyce fark var bence. Kimi zaman yaşadığımız şey öylesine içine hapsediyor ki bizi onu konumlandırmakta zorlanıyoruz. Kimi zaman adını koysak da ağırlığı altında eziliyor, kabul etmek istemiyoruz. Belki başka bir dünyanın mümkün olduğunu bildiğimizden, belki de bunca adaletsizliği içimize sindiremediğimizden. Kimi zaman çaresizlik, umutsuzluk ve karamsarlığa kapılmamak mümkün olmuyor. Öyle ki insan bir süre kendini uzaklaştırırsa medyadan sanki sorunlar dışarıda kalacakmış hissine kapılıyor, ama o sorunlar siz kaçsanız da sizi buluyor. Ya virüs olarak çalıyor kapınızı, ya deprem, ya şiddet. O nedenle öncelikle insan olarak yapacağımız ilk şey gerçeklikle yüzleşmek, onu kabul etmek. Sonrasında da krizin çözümü için yapabileceklerimizi düşünmek. Küçük de olsa adım atmak. Çözüm için kapıyı aralamak.

Bence sorunla bireysel düzlemde yüzleşip kendimizi sakinleştirmeden eğitimci olarak adım atmak krizin olduğundan da büyük görünmesine neden olabilir. Sorunları zihnimizde çözümledikçe onları problematize etmek, öğrencilerle birlikte kriz üzerine  düşünmek ve bu arada soğukkanlılığımızı yitirmemek mümkün olabilir. Tüm bunların ardından da düşünceyi eyleme dönüştürmek, krizin çözülmesi yolunda adım atmak gelecektir, gelmelidir. Bu adım kimi zaman fikir paylaşımı olur, kimi zaman bir yazı yazmak, kimi zaman bir seminer düzenlemek, kimi zaman da ders içeriğini yeniden yapılandırmak.

Eğitimciler olarak bizler de belirli bir eğitim sisteminin çarkından çıkmış bireyleriz. Toplumsal sorunlardan azade değiliz. Toplumsal krizlere hazırlıklı olarak yetiştirilmedik; toplumsal krizleri problematize etmemiz bile istenmedi. Üstleri hep kapatıldı, örtüldü. Kader dendi, fıtrat dendi. Eleştirel eğitimciler olarak bizler kendi çabalarımızla, okumalarımızla, paylaşımlarımızla dünyayı keşfettik, gerçekliğin üstündeki örtüyü kaldırmayı biraz olsun başardık. Şimdi amacımız kendi öğrencilerimizi krizlerle yüzleşme cesaretine sahip olacak şekilde yetiştirmek. Ve bu süreçte onların acılarına, tepkilerine, dirençlerine göğüs gerebilmek. Çünkü yüzleşmek cesaret ister ve acı verir. Özgürleşmek, tıpkı Freire’nin söylediği gibi, çocuk doğurmak gibi sancılı bir süreçtir. Ve bence bir o kadar da heyecan verici.

Bir eğitimcinin toplumsal krizlerle baş edebilmesi ve onları problematize edebilmesi için öncelikle toplumsal bir krizin aynı zamanda politik ve pedagojik olduğunu bilmesi gerekir. Krizi sosyo-ekonomik ve tarihsel bağlamı içinde değerlendirebilmesi ve toplumsal olan herşeyin pedagojinin konusu olduğunu kabul etmesi gerekir. Örneğin dil öğretmenlerinin salt dili öğretip bunun toplumsal ve politik olanla bağını kurmaması, dili toplumsal bağlamından izole etmesi düşünülemez. Ayrıca dil dersleri her konunun konuşulup tartışılmasına, fikir paylaşımına son derece açık derslerdir. Gereken tek şey, öğretmenin kendi görevini salt ders içeriğini öğretmekten ibaret görmemesi, toplumsal misyonunun da farkına varmasıdır. Kendisinin inisiyatif alabileceğinin, kendi iradesiyle alan bilgisinin ötesine geçip dünyayı ve kelimeyi okumayı öğretmeyi başarabileceğinin ayırdına varmasıdır.

Eğitim sistemi mevcut haliyle dünyanın pek çok yerinde bilgiyi ayrı bölmelere ayırmaktan, öğrencileri bağlamından koparılmış bilgiye boğmaktan, yaşamla okulu birbirinden uzaklaştırmaktan ibaret. Bu haliyle de sistemin devamını sağlayan çok güçlü bir araç. O nedenle mevcut sistemler ne toplumsal krizi gündemine alabilir, ne de öğrencileri ona hazırlayabilir. O çok konuşulan ve çok övülen 21. yüzyıl becerileri arasında krizleri anlamak ve yönetmek yer almıyor maalesef. Bunu söylerken sistemin içindeki karşı-hegemonya alanlarını unutmuş değilim. Mevcut sistemler içinde biz eleştirel eğitimcilerin yapacağı şey o alanları büyütmek ve o alanların içinde krizi konuşmak, kimi zaman dertleşmek, kimi zaman kendi kör noktalarımızla yüzleşmek, sorunu anlamak ve çözümüne katkı sunmak. Belki bu süreçte en önemlisi tüm bu sorunları bireysel çözümlerle değil, ortaklaşa hareket ederek, dayanışarak çözebileceğimizi fark etmek. İşbirliğini, imeceyi, yardımlaşmayı, insan, doğa, hayvan sevgisini yeniden değer haline getirmek.

Hasan Hüseyin Aksoy: Ne güzel açıkladınız. Murat hocam, toplumun krizlerini, toplumun kurumları ile çözebileceğimizi ama  Cumhuriyetin bu amaçlarla kullanılabilecek kurumlarını yok ettiklerini anımsattı. Ünal hocam, neoliberalizmin küresel dayanışma yaratacak bir eğitimi ve afetlere örgütlü bir karşı koyma eğitimi vermeyi desteklemeyeceğini belirtti. Yasemin hocam da toplumsal krizlerin, politik ve pedagojik krizler olduğunu ve eleştirel pedagojinin analizlerinin burada nasıl açıklayıcı olabileceğine dair önemli noktalara değindi.

Kriz konusunun,  -ekonomik krizler dışında- eleştirel ya da muhalif toplulukça neredeyse tümüyle anaakım çizgisindeki akademisyen ya da “uzmanlarca” gerçekleştirilecek, teknik nitelikli bir inceleme konusu olarak görüldüğü tarihsel bir süreçten bu günlere geliyoruz. Ekonomik krizler ise, Marksist analizlerin yoğun ilgisini çekmiştir. Burada bu konuya değinmeye gerek yok. Ancak, gündelik yaşam içinde bireylerin karşılaştığı sorunların çözülemez hissedildiği noktalara, bireysel olarak deneyimlenen ancak toplumsal kaynakları olan sorunlara ve onların olağan yaşamı sürdürülmez hale getiren anlarına değinmek ve bu durumları “kriz” durumu olarak belirtmek istiyorum. Bireylerin krizi, onların ilişkili olduğu kurumlar varsa o kurumların da krizi haline gelebilir, kurum işleyişini doğallıkla sürdüremez duruma gelirse. Dolayısıyla, bireysel ve kurumsal krizler diyalektik bir ilişki içindedir. Kurum yıkılır, tıkanır ise, onun hizmetlerinden yararlanan ya da onu sürdüren bireylerin yaşamı da etkilenir. Eğer bu maaş ya da ücret aldığı bir kurum ise, işsizlik bir bireyin krizi olacaktır. Çok sayıda bireyin, yurttaşın yaşamını doğallıkla sürdüremediği, kaygı yaşadığı, mutsuzlaştığı ve gelecek korku ve kaygısı yaşadığı bir durum toplumsal kriz durumudur. Toplum geleceğini tasarlayamaz, kestiremez, bugününü de olması gerektiği gibi sürdüremez. Buraya kadar, olağan ve eleştirel olmayı ya da egemen -ana akım olmayı belki etkilemeyecek bir betimleme yapmak istedim. Hepimizi saran bu toplumsal işleyiş, ayırt etmeksizin bu toplumda yaşayan herkesi sarıyor, bu nedenle tüm toplumun ortak yanlarını öncelikle görmek ve bunların nasıl sürdürüldüğünü anlamak, açıklamak gerekir diye düşünüyorum. Bu çerçevede, okullarda krize hazırlık, okullarımızın krizlere hazırlanma düzeyleri gibi konularda bazı çalışmalar yapmayı önemli bulmuştuk yıllar önce. Hepimizi saran konuların bazılarımızı ayıran yanları var ve eleştirel eğitimciler bu işleyişi herkesten önce farketmeli ve sonuçları konusunu, sosyolojik ve pedagojik olduğu kadar, ekonomik ve  özellikle de politik bir tercih olarak ortaya koyabilmelidir. Kuşkusuz kriz durumlarının bireysel yanları konusunda da gelişmiş bir duyarlılık ve örgütsel katılım bilincinin toplumda geliştirilmiş olması gereklidir. Aksi durumda hemen her büyük afette görüldüğü gibi, toplumun en zayıf kesimleri bu krizlerin mağduru olacaktır ve gerçek örneklerinde de öyle olmuştur.

Katrina Kasırgasında yoksulların günler öncesinde yapılan uyarılara rağmen şehri terkedemeyip, nehrin taşmasında canlarını ve evlerini nasıl kaybettiklerini görürüz. McLaren ve Jaramillo, Pedagoji ve Praksis kitabında New Orleans gibi bir şehrin yoksullarının, özellikle de siyah yoksulların nasıl evlerini ve canlarını kaybettiklerini, sonrasında kurulan yerleşimlerin de maliyetleri nedeniyle beyaz orta sınıfa devredildiğini anlatır. Depremde ve sel baskınlarında nasıl önce yoksulların canlarını kaybettiğini, savaşta en çok zarar görenin mülksüzler ve dezavantajlılar, ezilenler olduğunu görürüz. İlk anda değilse de ilerleyen zamanda en zayıflar, özellikle de mülksüzler toplumsal krizlerin mağdurlarıdır. Onların kendi konumları üzerinden ve düşünümsel bir dünya görüşü geliştirmelerinin önlenmesi, yanlış bilinç geliştirmelerini sağlamak da günümüz eğitim sistemlerinin rolü olmuştur. Eğitim bu bakımdan, düşünümsel ve eleştirel olduğunda, kendi konumu üzerinden bireyin, toplumun en zayıf kesimlerinin karşılaşacağı olası krizlere karşı hazırlanmasını da içermek zorunda olacaktır.

Zaman zaman toplumun orta sınıfından ya da göreli olarak iyi ücret alan kesimlerinden kişilerin de kitlesel işten çıkarmalar ile ya da hastalık, deprem ve sair nedenlerle mağdur olduğu ve bir araya gelerek dayanışma içine girdiklerini görürüz. Bu durumda, onların kriz durumlarına karşı nasıl birlikte hareket ettiklerini ve siyasal bilinçlerinin de süreç içinde nasıl değiştiğini görebiliriz. Tekel işçilerinin fabrikalarının kapatılması sonrasında kendilerine sunulan 4/C kadrolarına karşı gösterdikleri destansı mücadeleleri  ve dayanışmalarında da krizi sadece deneyimlemek değil, krizi kendi lehine çözümlenmeden sonuçlandırmamaya çalışmayı da içerir. Yani krizleri çözmek çoğu zaman temel odak değildir, temel odak bu çözümün sonucunda kimin bundan nasıl etkileneceği, nasıl yarar ya da zarar göreceği ve başlangıçtaki duruma göre nasıl bir değişme yaşanacağıdır. Bu noktada sıradan bir eğitimin, ya da sınıfsal karakteri baskın bir eğitimin,  öğrencilerin kendilerine -gerçekte oldukları kimliğe- değil, kendilerine atfedilen kimliklere yöneldiğinde, krizlerin çözümü için katılımcılarına kazandıracağı nitelikler, kriz çözme nitelikleri de düşünümsel olmayacak ve onlar için gerçek bir  yol göstericilik sağlayamayacaktır.

Bu tartışmaların, bireysel ve toplumu birlikte kucaklayan yanlarına da, belki neyin önemli olduğu ve ortak olacak ya da olması gereken bilginin ne tür bilgi ya da bilgiler olacağı konusuna eğilerek daha geniş bir boyutu açığa çıkarması mümkün olabilir. Başka bir deyişle, “eleştirel pedagojinin epistemolojik boyutu toplumsal krizlerle nasıl bir etkileşim içindedir”? sorusunun yanıtını vermek bizi, gündelik yaşam deneyimlerimizi eleştirel pedagoji kavramları ile düşünmeye yaklaştırabilir.

Nejla Doğan: Hasan Hüseyin hocam “eleştirel pedagojinin epistemolojik boyutu toplumsal krizlerle nasıl bir etkileşim içindedir?” sorusunu yanıtlamamız gerektiğini vurgulayarak bitirdi. Ben de buradan devam etmeye çalışayım. Sohbetimizi asıl bağlamından koparmamak için EP’nin epistemolojik çerçevesini sadece iki boyut üzerinden ele almaya çalışacağım. Bunlardan ilki; “bilen özne ile bilinen nesne arasındaki ilişki olarak görülen bilgi süreci”. İkincisi ise; “bilgi iddialarının haklılandırılması ya da gerekçelendirilmesi”.

İlkinden başlarsak; bir özne olarak “eleştirel pedagoji çevresi” dünyayı, dünyadaki gelişmeleri, politikaları, sözü edilen krizleri nasıl okuyor, bunlarla nasıl bir ilişki kuruyor ve bilgi üretimini nasıl yapıyor, buna bakmamız gerekiyor. Öncelikle EP’nin dünyayı okumasının ve bilgi üretiminin temelinde, eğitim süreçlerini politik bir alan olarak görmesi, analiz ve değerlendirmelerini bu bağlamda yapması yer alıyor. Eğitimi ve eğitsel sorunları salt teknisist bir alana hapsetmeyip, ülkedeki ve dünyadaki genel politikalarla ilişkilendirip, bütünsel bir tablo içinde ele alıyor. Böylece toplumun politik sorunlarına, eğitimi merkeze alan bir tavırla yine politik bir yanıt üretiyor. Diğer yandan toplumun genel çıkarını gözeten bir politik düzeni, okuldan topluma doğru genişleyen bir eğitim yoluyla temellendirmeye çalışıyor. Dolayısıyla eğitim süreçlerini sadece teorik bir zeminde ele almıyor ya da yorumlamıyor; bu alanı aynı zamanda dönüştürülecek, hatta toplumsal dönüşümün ilk basamaklarından biri haline getirecek bir praksisle konumlandırıyor.

Peki bu bağlamda EP, bir öğretmen olarak benim bilgiyle ilişkimi nasıl şekillendiriyor, bu ilişki eğitim süreçlerinde bana nasıl bir rol yüklüyor? Bugünkü sohbetimizin asıl konusu olan “eğitimciler olarak toplumsal krizlerle baş etmeye hazır mıyız ve eğitim, öğrencileri ve toplumu krizlere ne ölçüde hazırlıyor” sorusuna dönersem; bu noktada kendime yüklediğim ilk sorumluluk ve görev, öğrencileri geleceğin belirsizliklerine, toplumsal krizlerine karşı bilgilendirmek, her durumda bilimsel aklın, dayanışmanın ve etik davranmanın önemine dair düşünsel ve davranışsal bir ortaklık geliştirmeye çalışmaktır. Ancak var olan ekonomi-politiğin biçimlendirdiği toplumsal yaşam böylesi bir dizayna sahip olmadığında, taşıdığı değerler sizin öncelediğiniz değerlerle çatıştığında, ne yazık ki öğrencilerin sınıf içinde ikna oldukları, doğru buldukları düşünsel ve davranışsal tutum, “gerçek” yaşamda karşılığını bulamıyor. Örneğin bugünlerde yaşadığımız koronavirüs krizi çok öğretici sonuçlar üretti. Salgın başladığında öğrencilerimle salgınla ve salgından korunmakla ilgili en doğru bilgileri paylaşmaya çalıştım, bilime güvenmemiz, her türlü hurafeden ve bilim-dışı bilgiden uzak durmamız gerektiğini Ortaçağdan örneklerle karşılıklı tartıştık, kriz anlarında toplumsal dayanışmanın ve etik davranmanın önemi konusunda yine örnekler üzerinden konuşarak uzlaştık.

Bu sırada okulun dışındaki yaşamda ise; kimileri market raflarını bencilce boşaltıyor, kimileri TV’lerde komplo teorisi üretiyor, kimileri “Müslümana virüs bulaşmaz”, “Türk ırkı virüse dirençlidir” diyor, kimileri de bilim-dışı reçetelerle virüsün alt edileceğini anlatıyordu. İşte tam da burada bizi aşan sistemin, yani kapitalizmin arızalarıyla karşı karşıya geliyoruz; ayrıca dinci gericilik ile seküler görünümlü-postmodern tandanslı gericiliğin işbirliğiyle baş etmek zorunda kalıyoruz. Dolayısıyla eğitimciler olarak -ki eğitimcilerin tamamı da değil- bizler krizlere karşı hazırlıklı olsak da öğrencilerin ve toplumun çok sınırlı bir kesimiyle temas edebiliyoruz. Diğer yandan her ne kadar müfredatta ve rehberlik çalışmalarında afet, göç, küresel iklim değişikliği gibi konulara kısmen yer verilse de bu bilgiler de çoğu zaman afaki söylemler olarak kalıyor. Çünkü okuldaki eğitimle dışarıdaki yaşam birbirine yakınsamadığında, bilgi bir gerçeklikten çok “ideal”i işaret eder hale geliyor. Oysa öğrencilerin ihtiyacı olan, doğru davranışın tanımına dair bir cümleyi ezberlemek değil, doğru davranışın ne olduğunu görmek ve yaşamak. Doğru olmayan bir toplumsal düzende de ne yazık ki bu olanaklı olmuyor.   

Bu bağlamda EP’nin epistemolojisiyle bugünün hegemonik epistemolojisi arasında bir çatışma olduğunu söyleyebiliriz… Tam da bu noktada ikinci boyut olan “bilgi iddialarının haklılandırılması ya da gerekçelendirilmesi” konusuna gelmek istiyorum. Elbette beşeri bilimlerde doğa bilimlerinde olduğu gibi bilgiyi kesin olarak doğrulamak ve gerekçelendirmek kolay değil, bilgilerimizi test edebilmek için bir laboratuvar da kuramıyoruz. Ama yaşadığımız toplumsal krizleri birer laboratuvar olarak görüp, analizler yapabiliriz. Yine sohbetimizin temel konusu olan savaşlara, yabancı düşmanlığına, ırkçılığa, göçmen krizine, iklim krizine, afetlere ve salgın hastalıklara dönersem; her bir başlıkta kapitalizmin yarattığı neden ve sonuçların yaşamlarımızı her geçen gün daha da derinden etkilediğini, bu tabloya ülkemizin iç politikalarından kaynaklanan öznel durumların da eklenmesiyle distopik bir hal aldığını görüyoruz. EP’nin epistemolojik haklılığını ya da doğrulanmasını da bu eksen üzerinden düşünmeliyiz.

Genel olarak dünyadaki savaşlara baktığımızda, temel nedenin ekonomik kaynakların paylaşılması olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla savaşlar kapitalist sistemin ve gelişmiş kapitalist ülkelerin ekonomik ihtiyaçları nedeniyle ortaya çıkıyor. Ancak 21. Yüzyılın kapitalizmi bu savaşları çıkarabilmek için aynı zamanda ırkçılığa, dinciliğe, etnik ve mezhepsel ayrılıklara ihtiyaç duyuyor. En yakınımızdaki Irak’ta ve Suriye’de gördüğümüz gibi… Savaş bölgelerinde ortaya çıkan istikrarsızlık, insanları göçe zorluyor, yine yakından şahit olduğumuz Suriyeli göçmenler gibi… Göçmenlerle birlikte toplumsal nefret, sınırlarımızın dışından içeriye doğru yöneliyor, yabancı düşmanlığı katlanarak artıyor. Karın tokluğuna çalıştırdığımız, çocuk işçi yaptığımız, sınıra sürdüğümüz Suriyeliler gibi… Kısacası; kapitalizm, ırkçılık ve dini aşırılıklar, birbirine zincirleme bağlı bir toplumsal krizler örgüsünü önümüze koyuyor.

Kapitalizmin kaynakları sınırsızca kullanma ve tükettirme isteği, sınırsız kâr talebi, kendini doğaya hükmeden bir özne olarak görmesi ise iklim krizine neden oluyor. Bu kriz bazı canlı türlerinin yok olmasından, sel ve kasırgalara kadar varan birçok afete yol açıyor. Ancak afetlerden zarar gören insanlar kendi kaderlerine terk ediliyor. Son olarak yaşadığımız koronavirüs krizine baktığımızda ise, salgının nedeni olarak gösteremesek de krizin yönetilmesi ve yarattığı sonuçlar açısından yine kapitalizmin arızalarının ortaya çıktığını görüyoruz. Teşhis ve tedaviye öncelikle üst gelir gruplarının ulaşması, üst sınıfların kendilerini lüks içinde izole ederken, alt sınıfların her türlü bulaşma riskine karşı önlem alamadan çalışmak zorunda bırakılması, açıklanan kurtarma paketlerinde öncelikle sermayedarların hedeflenmesi, piyasalaşmanın geldiği boyutu ve yarattığı adaletsizlikleri daha güçlü bir biçimde tartışılır hale getirdi.       

Peki tüm bunlara karşı EP ne söylüyor, hangi bilgi iddiaları ile ortaya çıkıyor? Yasemin hocamın ifadesiyle; bir eğitimcinin “toplumsal krizin aynı zamanda politik ve pedagojik olduğunu bilmesi” gerekiyor. Ve elbette bunlara politik ve pedagojik yanıtlar vermesi gerekiyor. Dolayısıyla yaşadığımız krizleri normalleştirip, sistemin ürettiği verili bilgiyi aktarmak yerine, bu krizlerin nedenlerine, çözümlerine, krizsiz bir toplumun olanaklılığına dair bilgi üretmesi gerekiyor. İçinde yaşadığımız distopyaya karşı cesurca ütopya üretmesi gerekiyor. Ezilenlerin yanında, ezilenlerle birlikte umudun pedagojisini örgütlemesi gerekiyor.   

EP, çocuğun yüksek yararını ve toplumun, hatta insanlığın genel çıkarını önceleyen tavrıyla; piyasacı, ırkçı, cinsiyetçi ve gerici politikaları reddeden birikimiyle; her türlü ayrımcılıktan arındırılmış, eşitlikçi, barışçıl, laik-bilimsel ve kamusal eğitimden yana duruşuyla, doğaya ve tüm canlılığa saygı duyan bakışıyla, güçlü bilgi iddialarına sahip. Söz ettiğimiz tüm toplumsal krizler ve her geçen gün çürüyen bu düzen, EP’nin iddialarını her seferinde haklı hale getiriyor ve gerekçelendiriyor. Bize düşen, üzerinde durduğumuz bu güçlü ve haklı zemini daha fazla insanla ortaklaştırabilmek, sınıftan topluma doğru bir bilgi ağı örebilmek.

Ayhan Ural: Öncelikle sevgili Yasemin’e teşekkür ediyorum. Bu tartışma eylemini sürdürme isteği ve çabası bizim için çok değerli. Dergi için bir gelenek haline gelmesini umut ederek konuya ilişkin düşüncemi belirtmek istiyorum. Tartışma başlığı oldukça kapsamlı ve derin. Ancak öne çıkarılan iki soru özelinde şöyle bir değerlendirme yapmak istiyorum.

Toplumsal kriz ve eğitim kavramları detaylı bir çözümlemeye tabi tutmadan, eğitimi işlevi üzerinden ele alarak iki olguyu ilişkilendireceğim. Eğitime birçok işlev yüklenmiştir. Bunları kategorileştirmek de olanaklı. Ancak burada eğitimi; özgürleşme -özgürleştirme, özgürleşim- ve toplumsallaşma -kültürlenme, sosyalleşme, toplumsallaştırma- işlevleri üzerinden ifade etmek yeterli olacaktır. Şöyle düşünelim, eğitim insanın özgürlüğünü ve özgünlüğünü desteklerken aynı zamanda onun toplumsallaşmasını da desteklesin. Böyle bir eğitim sürecinden geçmiş insan, özgürleşim ve toplumsallaşma gereksinimlerini birlikte karşılayarak, insanlaşma sürecinde de ilerlemiştir. Temel yaşam becerilerinin desteklendiği bir eğitim sürecinden -temel eğitim- geçen her birey, aynı zamanda toplumsal yaşamın da yetkin bir eyleyeni -faili- olacaktır.

Bu genel düşüncelerden sonra şu sorunun yanıtıyla toplumsal kriz ve eğitim arasındaki ilişkiye dair anlamlı bir açıklama yapabilirim. Soru; kurgulayıp uyguladığımız eğitim, bireyin temel yaşam becerilerini -özgürleşim ve toplumsallaşma- ne derece destekliyor? Yanıt; muhtelif. Örneğin siz, en genel anlamda temel eğitimdeki okuma yazma öğretimini sadece sözcükleri okumaya indirgerseniz, dünyayı okumasını engellediğiniz bireyler ve toplum üretmiş olursunuz. Böyle bir birey ve toplumun krizler karşısındaki tavrı ve konumunu bütün çıplaklığıyla görmekteyiz. Eşitlikçi, bilimsel, lâik ve demokratik bir temel eğitim süreci hepimizi toplumsal krizlerin anlayanı, açıklayanı, eyleyeni, eleştireni, sorgulayanı karşı çıkanı ve dolayısıyla faili yapacaktır. Böyle bir eğitimden ne kadar yoksunsak, toplumsal krizlerin o kadar nesnesi olmaktayız.

Buraya kadar yazdıklarım, yukarıda görüşlerini yazan arkadaşlarımın sevgili Murat hariç diğerlerinin düşüncelerini okumadan -kasıtlı olarak- tartışma başlığına ilişkin genel düşüncelerim. Murat arkadaşın yazdıklarını okuduğumda kendisine ‘’tartışmaya gerek kalmamış, konuyu bütün yönleriyle ortaya koymuşsun’ dedim. Diğer arkadaşların düşüncesiyle de konu bütün yönleriyle tartılışmış. Ben de yukarıdaki genel düşüncelerimi somutlaştırıcı bazı örneklendirmeler yapmakla yetineyim.

Toplumsal kriz olgusu, genellikle toplumsal ilişkiler sonucu oluşmakta, oluşturulmakta. Toplumsal ilişkiler ise bireylerin toplumsal rolleriyle bağıntılı. Özgürleşim ve toplumsallaşma süreci desteklenmiş birey, belirtilen rol ve ilişkilerinde bırakın krizi, sorun yaratmadan insanca bir yaşam sürdürebilecektir. Yapılması gereken, eğitimi ve okulu bu koşul ve olanaklara uygun kurmak ve yaşatmaktır. Neoliberalizmin, neomufazakarlığın ve neofaşizmin bağımsız veya ortaklaşa kurdukları okul, krizlerin kol gezdiği bir toplumsal ilişki ve yapı gerektirir. Edilgen bireylerlerden oluşan toplumsal yapılarda ortaya çıkan -yaratılan- krizler, değişik baskı, korku, tehdit, hegemonya, ikna mekanizma ve araçlarıyla egemenlerin hakimiyetini perçinler. Şimdilerde yaşanan -tartışmanın temel konusu olan- krizler de tam da böyle etkiler göstermekte. Emperyalizm karşıtlığınızı, barış isteminizi, savaş karşıtlığınızı, tanık ve/veya muhatap olduğunuz eşitsizliği, dışlanmayı, ayrımcılığı ifade dahi edememe durumundaysanız yaşadıklarımız ya çok daha derin bir krizdir ya da krizden de öte bir olgu.

Eleştirel pedagojinin eleştirel dili bizlere, eleştiriyi, bilinci, dayanışmayı, özgürleşimi, sorgulamayı, anlamayı, açıklamayı sunuyor. Olanak dili ise praksisi. Her ikisini de kullanarak bireysel ve toplumsal dönüşümümüzü gerçekleştirebilmeliyiz. Eleştirel Pedagoji Dergisi, ulusal ve uluslararası birikim ve olanaklarıyla önemli bir güce sahip. Kapitalizmin krizlerle olan ilişkisini daha çok ifşa edecek çalışma yaparak, tekilleştirici söylem ve dayatmalarına karşı daha çok elele verip dayanışmayı güçlendirebilirsek insanca yaşamın egemen olduğu bir dünya kurabiliriz.

Fevziye Sayılan: Kriz ile ilgili bu saptamalardan sonra ben Yasemin’in  başlangıçtaki sorusuyla ilgili noktadan başlayayım diyorum. Kriz tartıştığınız gibi oldukça  geniş  içeriğe sahip bir konu ya da sorun.  Tam da şu günlerde içine tamamen  gömüldüğümüz küresel salgın ve onun yol açtığı insani, toplumsal  kriz ve çöküntü ile ilgili ne konuşabiliriz diye devam etmek istiyorum. Biz eğitimciler için böyle günlerde başlangıç noktası ne olmalı? Daha önce bildiğimiz ve kullandığımız  bilgi, beceriler ve  alışkanlıkların da değişimini gündeme getiren çapta bir kriz durumuyla yüzyüzeyiz.  Öncelikle krizi  bu somut bağlamında tanımlayarak başlayabiliriz. Yani pedagojinin ve eğitimcinin de krizi yeni bir biçim alıyor bu süreçte.. Bütün bir neoliberal dönem boyunca eğitimin,  pedagojinin ve modern okul sisteminin de  nasıl  bir kriz içine yuvarlandığını konuştuk. Şimdi bu salgın hastalık dolayısıyla bildiğimiz ve tanıdığımız dünyanın da hızlı biçimde şekil değiştirdiğini, adeta onun da sonuna geldiğimizi hissediyorum. Artık kapitalizm de buradan devam etmeyecek sanki, onun eğitim ve okul sistemi de...

Ben asıl olarak böyle durumlarda -kriz durumlarında ne tür öğrenmelere açıldığımızla ilgileniyordum. Bu arada Jessop’ın ekonomik, politik ve toplumsal krizle pedagoji ilişkisine ilişkin kitabını buldum. (Jessop, B. and K. Knio (eds) The Pedagogy of Economic, Political and Social Crises. Routledge, New York: 2019) Jessop kriz durumlarında  üç düzeyde öğrenme gerçekleştiğini söylüyor. krizde (içindeyken) öğrenmek; kriz hakkında öğrenmek; krizden öğrenmek. Eğitimcinin Rolünü de bu çerçevede düşündüğümde, her zaman yaptığımızı bu bağlamda nasıl yapabiliriz diye ilerlemek istiyorum. Şimdi bu bağlam tek tek hepimize ister öğrenci ister eğitimci olsun, “hayatta kalmak” lazım dedirtiyor. Dolayısıyla dönemin pedagojisi “Yaşasın Hayat” noktasından kendisine bir yol açabilir. Herkes hayatta kalmak ister ya da istiyor. Ancak  biliyoruz ki  herkes hayatta kalamayacak. Bunu kapitalizm öldürüyor  genişliğinden başlayarak öğrencinin ya da toplumun somut bağlamına kadar getirebiliriz, ama zaten öğrenci “virüsün” en çok kime ve  nasıl zarar verdiğini ve vereceğini yaşayarak öğreniyor ve öğrenecek daha. Dolayısıyla güçlendirici bilgiye ihtiyaç var. Bu bağlamda güçlendirici bilginin içeriği ne olmalı?

Kriz hakkında egemenler konuşuyor, şimdiden krizin hedef kitlesini kişisel sorumluluk alanına doğru öteleme konusunda  yandaş medyasının desteğiyle bir hayli yol aldı. Dolayısıyla hastalanırsan ya da ölürsen bundan “sen sorumlusun, evde kalmadın-kalmıyorsun” diyorlar: Yanlış yönlendirilen öfke, kızgınlık ve şaşkınlık  ortamını körükleyerek, topluma  yaşlıları hedef gösteriyorlar.  Bunun gibi yanlış bilgilendirme ve yönlendirme yanında hurafe ve safsatayla karışık enformasyon da sunuyorlar.  Demek ki güçlendirici bilginin abc’si gerçeğin bilgisini görünür kılmak ve paylaşmakla başlamalı. Yani bütünün bilgisi dediğimiz şey, içerik. Toplumu yönlendirmeye yönelik yayınların çoğu, içinde yaşadığımız şatafatlı uygarlığın ne kadar adaletsiz, kalpsiz ve ahlaksız olduğunu gizlemeye yönelik, arızi bir durum var diyorlar. Yıkım ve yoksulluğun  sistemik bir sorun olduğu bu tür salgınların orada yayılacağı gizleniyor. Bu bilginin yani dünyanın, etrafımızda ne olup bittiğinin eleştirel bilgisi önemli.

Eleştirel eğitim çevresindeki eğitimcilerin gerçekliğin bilgisinin  paylaşılması ve çoğaltılması için derslerini değerlendirebilirler. Bu krizin anatomisini doğru kavramak, kendini korumak ve bu konuda toplu bir bilinç oluşturmak için elimizdeki imkanları değerlendirmek zorundayız. Dünya küresel ölçekte korku-gerilim filmi platformuna döndü, çocuklar, gençler ve daha geniş toplum   gerçek bilgi ile bunun üstesinden gelebilir. Dolayısıyla korku kaygı endişe ve yabancılaşmanın üstesinden gelmek için de gerçeklik duygusunu yaşatacak topluluk bilinci ve dayanışmasına ihtiyaç duyuyoruz. Aynı zamanda  yaşamak ve hayatta kalmak için de yapacaklarımız üzerine düşünmeliyiz. Bunun bilgisini paylaşmalı ve çoğaltmalıyız. Daha güzel ve adil bir dünya için hayatta kalmak zorundayız. Şairin dediği gibi “yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle mesela bir sincap gibi…” davranmalıyız, 

Böyle büyük ve kitlesel travmatik sonuçlar doğuran deneyimler aynı zamanda daha önce görülen ve duyulanın yeniden adlandırılması ve anlamlandırılmasına da vesile olabilir. Yani dünyada olan bitenin daha net ve yalın biçimde algılanmasına kapı aralayabilir. Normal zamandaki düşünce kalıpları ve konformist konumlar tuzla buz olabilir. Bu durum toplumlar ya da topluluklar üzerinde  dönüştürücü  etkiler doğurabilir. Kamucu sosyal politikalar ve kamu hizmetleri konusunda toplumun hafızasını canlandırıcı etkide bulunabilir. Bu salgın krizinin yaşam  sorunları yanında yol açtığı toplumsal sorunlar ve sonuçlar, eleştirel eğitimcilere  eğitim  ve öğrenme hedeflerini kapitalizmin temel varsayımlarını sorgulamak için  elverişli koşullar sunuyor. Bunu görmek gerekir diye düşünüyorum.


Yorumlar - Yorum Yaz